2 Temmuz 2009 Perşembe

Kitap Oku - Olasılıksız parça10

10
Doc'un en sevdiği lokantanın kapısının üstünde neon bir tabela vardı ve 'Dünyanın en iyi
çorbaları ve burgerleri' yazıyordu. Caine bu ikisinin bir arada yenmesinin garip olduğunu düşünmüştü
hep ve hiç bir arada da yememişti bunları. Ama yine de yemekler iyiydi. Doc ona okuduğu son
makaleleri anlatırken, Caine cesaretini toplayıp kendisini işe almasını isteyecekti. Ama tedirgindi.
Doc'ta sanki... Farklı, garip bir şeyler vardı. Garson kıza bağırmıştı içeceklerini yanlış getirdi diye. Doc
böyle şeyler yapmazdı.
Caine, Doc'tan bir şey istememek için bahaneler bulmaya çalıştığını düşündü. Cesaretini toplayıp
tam ağzını açacakken, ne yazık ki, bir adam girdi lokantaya ve Doc'a baktı. O da hemen yanına
gelmesini işaret etti. Bu adam görünüş olarak Doc'un tam tersiydi. Üzerinde düzgün, yelekli gri bir
takım elbise vardı ve koyu kırmızı bir papyon takmıştı. Caine bu adamı tanıyordu. Doc ara sıra onunla
birlikte araştırma yapardı; ama ismini hatırlayamadı,
"David'i hatırladın, değil mi?" diye sordu adama Doc; ama David'e adamı tanıtmadı.
"Tabii sizi görmek ne güzel," dedi adam. Hafifçe elini sıktığı Caine'e sanki hayvanat bahçesinde
gördüğü bir hayvanmış gibi bakıyordu.
"Nedir derdin?" diye sordu Doc meslektaşına. "Sinirli gibisin."
Papyonlu adam dolgun saçlarını eliyle düzeltirken homurdandı. "Günüm kötü geçti de. Biriyle
Heisenberg konusunda tartıştık. Başım ağrıdı."
"Bana anlatma," dedi Doc bir anda düşüncelere dalarak. "Ben de Heisenberg'i pek tutmam. Ya
sen Yağmur Adam?"
"Pardon?" dedi Caine, Doc'un kendini de konuşmaya dâhil etmesine şaşırarak. "Ne bileyim,
Heisenberg'i hiç anlayamadım."
"Öyle mi?" dedi gözleri bir anda parlayan Doc. "Neyini anlamadın?"
Caine o anda hata yaptığını anladı. Doc'un karmaşık fenomenleri açıklamaktan ne kadar zevk
aldığını unutmuştu bir an için. Yıllar boyunca, Doc borsanın çöküşünden, kaos teorisine kadar her şeyi
uzun uzun açıklarken, Caine onun ofisine tıkılıp dinlemek zorunda kalmıştı.
Caine, papyonluya baktı yardım dilenircesine. Ama o menüye dalmıştı ve konuşulanları
dinlemiyordu bile. "Herhalde anlamadığım şeyi şöyle özetleyebilirim: Sırf nerede olduğunu bilmedikleri
için fizikçilerin bir partikülün belirgin bir konumu olmadığını düşünmelerini anlamıyorum. Aynı anda iki
yerde olacak hali yok ya."
"Aslında olabilir," dedi Doc konuşmayı uzun bir nutuk çekebileceği bir konuya yönelttiğine
memnun olup. "Fizikçiler çift yarık deneyi sayesinde bunu kanıtladılar."
"Peki, anlatın bakalım," dedi Caine. Doc'u susturamayacağını bildiği için bu işten karlı çıkıp bir
şeyler öğrenmeye karar verdi. "Nedir bu çift yarık deneyi?"
"Diyelim ki bir kâğıttaki bir kesikten bu tabağa ışık yansıttın. Ne görürsün?"
Caine omuz silkti. "Bir çizgi halinde ışığı."
"Aynen öyle." Doc ketçapla tabağına ince bir çizgi çekti. "Kesikten geçen fotonlar tabağa
yansıyıp, bir çizik olarak görünecek." Durup suyunu içti. "Şimdi, iki kesiği olan bir kağıttan ışık
yansıttığını varsayalım. O zaman ne görürsün?"
"İki çizgi."
"Hayır," dedi Doc. "Bir dizi bulanık çizgi ve şunun gibi gölgeler görürsün." Doc ketçapla yaptığı
çizginin yanına birkaç çizgi daha çekti ve bir patates kızartmasıyla bunları hafifçe dağıttı. "Eğer ışığın
bir dalga olduğunu düşünürsen bu şaşırtıcı değil. Kâğıdın diğer tarafında birbiriyle etkileşime geçen
Saklı Kütüphane 68 www.e-kitap.us
farklı dalgaların tabağa yönelmeden önceki hallerini düşün ve bu bulanık yansımayı düşün."
"Eğer ışığın bir dizi partikül olduğunu düşünürsen bu fenomeni açıklayabilirsin. Her fotonun kendi
frekansı olduğu için birbirleriyle etkileşime girip tabaktaki bulanık şekli oluşturuyorlar."
"Peki, bunu açıklayabiliyoruz. Sonra?" diye sordu Caine.
Doc parmağını kaldırdı. "Anlatıyorum bekle. Son zamanlarda fizikçiler tek bir fotondan oluşan bir
ışık kaynağı yarattılar ve deneyi yine yaptılar. Bil bakalım ne oldu? Diğer tarafta aynı görüntü vardı."
Caine kaşlarını kaldırdı. "Her bir kesikten tek bir foton geçiyorsa, o zaman nasıl oluyor bu? Neden
bulanık oluyor?"
"Her bir foton kendiyle de etkileşim halinde çünkü. Aynı anda iki kesikten de geçiyor deney
sırasında." Doc maç kazanmış gibi sırıtıyordu.
"Nasıl yani?"
"Çünkü, bir partikül olduğu düşünülen foton, aynı zamanda da bir dalga. Bir tek kesik varken
partikül gibi, ama iki kesik olunca bir dalga gibi işliyor. Bunun nedeni de, fotonun aynı anda hem
partikül, hem de dalga olması. Buna da partikül-dalga ikilisi deniliyor."
"Özünde tüm maddeler iki şeydir. Farklı ortamlarda farklı özellikleri vardır, hepsi aynı anda
ölçülünceye kadar."
"Ama bu mantıksız," dedi Caine.
"Kuantum fiziğinin dünyasına hoş geldin," dedi Doc bir patates kızartmasını ısırarak.
Papyonlu adam birden canlandı. "Eğer cidden aklını karıştırmak istiyorsan," dedi Doc'a sanki
Caine orada değilmiş gibi. "Ona Schrödinger'in kedisini anlat."
Caine elini kaldırdı. "Yok, gerek yok-"
"Haydi, iki dakikada anlatırım," dedi Doc. "Söz veriyorum, seni sıkmadan kısaca anlatacağım."
"Peki," dedi Caine sanki teslim oluyormuş gibi. "Son olsun ama." Caine, yanındaki adamın blöf
yapıp yapmadığını kestirmeye çalışmadan, öylece oturup konuşmanın ne kadar eğlenceli olduğunu
unutmuştu. O gün ikinci kez dertlerini unuttu ve o anın keyfini çıkarmaya çalıştı. Bu çok zevkliydi, konu
kuantum fiziği olsa bile.
"Erwin Schrödinger kuantum fiziğinin babalarından biriydi. Ama, özellikle de gerçek dünyaya
uygulandığında bunun ne kadar mantıksız olduğunun o da farkındaydı, Heisenberg Olasılık Teorisi'ni
açıkladığı sıralarda Schrödinger de kedisi hakkında felsefi bir soru ortaya attı."
"Basit bir dille anlatmak istersek sorusu kısaca şuydu: Elinde bir radyoaktif atom olduğunu
varsayalım. Bunun iki hali var 'hareketli', ki bu zamanlarda fazla enerji saçıyor; ya da hareketsiz, ki bu
zamanlarda uykuda. Kuantum fiziğine göre, biz bu atomu gözlemlediğimizde, ya bir durumda olacak,
ya da diğerinde. Ama bunu gözlemlemediğimizde aynı anda iki durumda birden olacak. Aynen bir
önceki örnekte aynı anda iki yerde olan foton gibi."
"Schrödinger'in felsefi sorunu şu: Bir kediyi, biraz siyanür gazı, radyoaktif bir atom ve enerji
sezdiği anda çalışmaya programlanmış bir çekiçle aynı kutuya koyarsan ne olur? Eğer radyoaktif atom
hareketlenirse, çekiç şişeyi kıracak, gaz dağılacak ve kedi ölecek. Atomda bir hareketlenme olmazsa,
o zaman çekiç hareket etmeyecek ve kedi yaşayacak."
"Ama sen kutuyu açıp da atomu gözlemleyene kadar o ne hareketli, ne de hareketsiz, ikisinin
olasılıklı bir birleşimidir. O zaman soru şu: Kutu kapalıyken kediye ne olur?"
Caine bir an için düşündü "Herhalde...," birden sustu ve gülümsedi. "Şimdi anladım; atom teorik
olarak aynı anda iki durumdaysa o zaman kedi de öyle. O da aynı anda hem ölü, hem de diri -ta ki
açıp da atomu gözlemleyene kadar. O zaman da kedi kesinlikle bir durumda veya bir diğerinde olur;
yani ya ölüdür ya diridir."
Doc gülümsedi. "Aferin sana. Bir de kuantum fiziğinden anlamam diyordun."
"Bunun amacı," diye araya girdi papyonlu adam Caine'e dönerek, "şunu anlatmak: Kuantum
mekaniğini teknik olarak doğru, ama görülmeyen subatomik partlkule değil de, gerçek dünyaya
Saklı Kütüphane 69 www.e-kitap.us
uygulamaya kalkınca daha da mantıksız geliyor insana."
"Yani, Heisenberg'e inanmadığını mı söylüyorsun?" diye sordu Doc papyonluya.
"Sen inanıyor musun?" dedi papyonlu.
Doc omuz silkti. "Genellikle ben, gözümle gördüğüm şeylere inanırım. Geri kalan her şey teoridir."
Sonra Caine'e doğru döndü. "Konuyu dağıtmadan önce sen bir şey demek üzereydin."
Caine, Doc'un patateslerinden birini aldı. Üçüncü bir kişinin yanında yardım istemek zorunda
kalmak hoşuna gitmiyordu.
"Biraz başım belada da..."
"Öyle mi?" dedi endişelenerek Doc. "Neden?"
"Biraz ..nakit sıkıntısı çekiyorum."
"Biliyorsun, bana kalsa seni anında üniversitede işe alırdım yine; ama son yaşananlardan sonra
bölümdekiler kellemi uçururlar. Bu dönem olmaz en azından. Ama gelecek sene bakarız tabii ki."
"Biliyorum ama, nakit sıkıntımı biraz acilen gidermem gerekiyor." Caine utancından yerin dibine
girmişti. Doc'un arkadaşı da kalkıp başka bir masaya geçme nezaketini bile göstermemişti.
Caine'e sanki garip kokuyormuş gibi bakıyordu. Caine papyonlu biyoistatikçiyi görmezden gelmeye
çalışarak hızla devam etti. "Eğer özel araştırma projeleriniz falan varsa, ayak işi falan yapabileceğim
yaparım. Biraz çaresizim de."
Doc bir an için tavana bakıp düşüncelere daldı. Caine'e baktığında yüzü pek umut verici değildi.
Yavaşça başını salladı.
"Eğer sana yardım edebilecek en ufak bir iş olsa, bilirsin tereddüt etmem. Ama şu aralar elimde
hiçbir şey yok."
Caine olduğu yerde yığılıp kalmak istemiyordu, ama kendine hâkim olabileceğine emin değildi.
"Özür dilerim," dedi Doc.
"Önemli değil," dedi Caine bir yandan bunun ne kadar da önemli olduğunu düşünerek. "Bir
şansımı deneyeyim demiştim. Merak etmeyin, bir şeyler bulurum elbet."
Caine masaya baktı Doc'la göz göze gelmemek için. Son patates kızartmasını tabakta kaydırdı
ve Doc'un döktüğü ketçaba batırdı. Patatesi ağzına götürürken ucundan bir damla ketçap damlayıp
tabağa düştü. Düştüğü yerin çevresine minik kırmızı noktalar yayıldı.
Bunu gören Caine için zaman sanki biranda yavaşladı.,..
Kırmızı çizgiler kalınlaşıyor, tabağın uçlarına kadar uzuyor, o minik damla artık kızıl bir birikinti.
Büyüyor. Hayat dolu. Sanki nabzı atıyor. O kadar büyüyor ki tabaktan dışarı akıyor; masaya
dökülüyor; kırmızı damlacıklar saçılıyor havaya.
(yüzde 92.8432'lik bir olasılık)
Bunlar yavaş çekimde Doc'un ve meslektaşının yüzlerine doğru uçuyor. Yanaklarına ve alınlarına
yapışıyor, gömleklerinde kocaman lekeler bırakıyor. Bu damlalar gömleklerini ve derilerini yakıp
geçiyor. İki doktor da kan revan içinde. Koyu kırmızı kanları yüzlerinden aşağı oluk oluk akıyor,
göğüslerinden fışkırıyor.
(yüzde 96.1158'lik bir olasılık)
Caine ayağa kalkıyor, nefes alamıyor. Doc sanki bir şey der gibi dudaklarını kıpırdatıyor, ama bir
ses duyulmuyor. Boğazı kan yutmaktan tıkanmış, dudaklarının arasından köpürmüş kan damlaları
akıyor. Caine, sanki odadaki tüm oksijen çekilmiş gibi hissediyor. Şaşırmış, ama başka hiçbir şey yok,
yalnızca boşluk ve başındaki inanılmaz acı.
(yüzde 99.2743'lük bir olasılık)
İşte oluyor. Bir nöbet daha. Ama bu diğer nöbetler gibi değil. Daha önce de görsel
yanılsamamlar, halüsinasyonlar oldu, ama hiçbiri bunun gibi değildi ki. Hatta hiçbir şekilde değildi.
Keşke bağırabilse, olanları durdurabilse, ama yapamaz-
Saklı Kütüphane 70 www.e-kitap.us
Her şey donup kalıyor, duruyor.
Doc ve arkadaşı, tüm diğer müşteriler heykel gibi hareketsiz kala kalıyor, kan damlacıkları
havada yağmur gibi asılı kalıyor. Sonra yavaşça her şey hareket etmeye başlıyor. Ama bir şeyler
garip. Caine biranda her şeyi tersine doğru, geri çekimdeymiş gibi gördüğünü anlıyor.
(yüzde 98.3667'lik bir olasılık)
Kırmızı damlacıklar kaynaklarına geri dönüyor. Yaralar küçülüp iyileşiyor. Yaralar iyileşirken
Caine'in yüzünün önünden uçarak geçen minnacık cam parçaları lokantanın girişindeki dev camın
artık boş olan çerçevesine doğru uçuşuyor.
(yüzde 94.7341’lik bir olasılık)
Hızla hareket ediyorlar, bir kamyonetin çarpık çurpuk kalıntıları düzelerek, hızla, ters yönde
lokantadan dışarı çıkıyor. Kamyonet yok, minik cam parçacıkları birleşiyor dev bir bulmaca gibi...
birleşince dev pencere yeniden oluşuveriyor.
Caine'in bir an için nefesi kesildi.
Doc ve arkadaşı karşısında oturuyorlardı, aynen normalde oldukları gibiydiler. Caine tabağına
baktı; kan gölü de yok olmuştu, yalnızca döktüğü bir damla ketçap vardı. Şaşkınlıktan ağzı açık kalan
David'in parmaklarının arasından kayan patates kızartması yere düştü.
"David? David?" diyordu Doc. Genelde gülen yüzünden endişeli olduğu okunuyordu. "İyi misin?"
"Ne?" dedi Caine sanki bir uykudan uyanırmış gibi başını sallayarak. "Ne oldu?"
Kan... çok fazla kan
"Bir an için gidip gelir gibi oldun," dedi Doc Caine'e bakarak.
Caine hızlıca gözlerini kırpıştırarak Doc'a baktı; ama bir tek yüzünden aşağıya oluk oluk akan
kanı görebiliyordu. Caine titreyen ellerinden birini Doc'a doğru uzattı. Doc hareket etmedi. Caine
kendini hazırladı, ıslak, yapış yapış, o hiçbir şeye benzemeyen kanı hissedecekti. Ama titreyen
parmakları Doc'un yüzüne değdiğinde bir tek hafif hafif uzamaya başlamış sakallarını hissetti. Kan
yoktu.
"Yağmur Adam?" dedi Doc bu sefer daha yavaş bir sesle. Sanki yan odada uyuyan vahşi bir
Kaplan vardı da, gürültü edip onu uyandırmaktan çekiniyordu. Birden Caine her şeyi anladı. Kamyonet
dev camdan içeri girmiş ve hepsini öldürmüştü. Ölmüşler miydi? Hayır, yaşıyorlardı. Kafasını
toparlayamıyordu sanki, karma karışıktı düşünceler. Hayır ölmemişlerdi - öleceklerdi. Kamyonet
camdan içeri girecekti. Bir tek sorun vardı - kamyonet yanlışlıkla camdan içeri girince onlar burada
oturuyor olacaklar mıydı?
(yüzde 94.7341 'lik bir olasılık)
"Buradan kalkmamız lazım," diye fısıldadı sesi zar zor çıkan Caine.
"Neden?" diye sordu Doc.
"Kamyonet... kan," dedi Caine ne kadar saçmaladığının farkına varmayarak. "Eğer buradan
kalkmazsak öleceğiz."
"Olur David. Tamam," dedi Doc. Aklını kaçırmış biriyle konuşur gibi yavaş konuşuyordu, "Hesabı
ödeyeyim, gideriz. Tamam mı?"
Caine başını salladı. "Hayır. Olmaz. Şimdi gidelim!" dedi sesi yükselerek. Biliyordu; doğru kelime
buydu değil mi? Biliyordu olacakları. Bir şekilde biliyordu on saniye içinde ölme olasılıklarının yüzde
94.7341 olduğunu; bir şekilde biliyordu.
"Bence derin bir nefes alıp rahatlasan iyi olacak," dedi papyonlu. "Etraftakileri rahatsız
ediyorsun."
Caine gözlerini kapayıp düşünmeye çalıştı. Aklı karışmıştı, normalden farklıydı. Şizofren nöbeti mi
geçiriyordu? Her şey sanki gerçekmiş gibiydi; ama zaten Jasper da aynen öyle olacağını söylememiş
miydi? Yine de zihninin içinde bağıran bir ses ona beş saniyesi olduğunu söylüyordu. Bir anda Caine
karar verdi. Gözlerini açıp ayağa kalktı.
Saklı Kütüphane 71 www.e-kitap.us
Dört saniyen kaldı.
Kollarını açıp iki profesörün kollarına yapıştı ve onları çektiği gibi kaldırdı.
Üç saniye.
Caine geriye doğru adım atarken birine çarptı-
O bir garson, adı Lielen Bogarty. 13. Caddede beş katlı bir binada oturuyor. Çinli bir bebeği evlat
edinmeye karar verecek.
Hem Doc'u, hem de arkadaşını çekiştirerek uzaklaştırdı. İki.
"Hey!" diye bağırdı garson dört porselen kase yere düştüğünde. Bu Caine'in umurunda değildi.
Kazadan sonra kadının da umurunda olmayacaktı.
"Yere yatın!" diye bağırdı Caine hepsini yere doğru çekerek.
Bir.
Bir anda inanılmaz bir gürültüyle havada metal ve cam parçacıkları uçuşmaya başladı. Caine
bunu görmedi, çünkü gözleri sımsıkı kapalıydı, ama öyle olduğunu biliyordu. Bu sahneyi bir milyon
kere seyrettiği gibi, sinemalarda gördüğü sahnelerden de tahmin edebiliyordu. Binlerce - tam olarak
19,483- cam parçacığı havada uçuştu. Chevrolet Silverado Z71 marka arabanın ön kısmı camdan içeri
girmiş, masa da altında kalmıştı. Köşeyi dönerken hızını alamamış, kaldırımdan yükselip, fırlayıp,
camdan içeri dalmıştı.
Ama sonrasındaki her şey değişmişti. Değişikti. Çam parçacıkları farklı yönlerde yayıldı, çünkü
artık insanlara saplanmamıştı, camın önünde insan yoktu artık... artık yoktu demek yanlıştı. Şimdi
yoktu. Şimdiki şimdi değildi o gördüğü. Başka bir şimdiydi. Olabilecek, ama olmayan bir şimdi, şu an.
İşte Caine o anda bayıldı. Bayıldığı o ilk saniyede bilincini kaybetmeseydi, her şeyi anlayacaktı.
Ama baygındı, o yüzden de hiçbir şey hissetmedi. Bu da iyiydi... şimdilik.

Duman.
Ayılırken Caine'in ilk hissettiği şey bu oldu. Ayılmaya çalışırken duman ciğerlerine işliyor, gözlerini
yakıyordu. Etrafında ısının yükseldiğini hissediyordu. Sonra birinin, harabeye dönen lokantadan
kendini çekiştirerek çıkardığını hissetti. Gözleri kapalı olmasına rağmen ışığı seziyordu. Hava serin ve
temizdi. Caine'i kurtaran kişi onu yere bıraktı.
Caine dikkatlice bir nefes aldı; nefes alabildiğini hissedince rahatladı. Öksürdü ve temiz havayla
doldurmaya çalıştı ciğerlerini.
"David iyi misin?"
Caine üstünde dikilen adamın gölgesine baktı. Doc'tu bu. "Evet, galiba." Doc elini uzatıp Caine'in
oturmasına yardım etti. Caine etrafına bakındı. Papyonluyu görmüyordu hiçbir yerde. "Şey nerede...?"
"İyiyim ben," dedi yürüyüp yanına gelen Doc'un arkadaşı. "Senin sayende."
"Ne?" Caine'in başı dönüyordu hâlâ.
"Evet bizi yerimizden kaldırmasaydın, kamyonet bizi ezecek- Profesör başını hafifçe yana eğip
sesini alçaltı. "Nasıl bildin?"
Caine ona baktı; profesörün saçı başı dağılmıştı ve twit takımının ceketi yer yer yanmış gibiydi.
Caine ne diyeceğini bilemedi. Gözlerini kapayıp hatırlamaya çalıştı. Hatırladıkları karmaşık bir ağ gibi
geldi gözünün önüne; kötü bir klip gibi art arda dizilmiş sahneler: Ketçap. Kan. Cam. Kamyonet. Ölüm.
"Ben.., bilmiyorum," dedi birden kusmak isteyen Caine. Zar zor ayağa kalktı. Polis arabalarının
sirenlerini duyunca, polisler gelip de soru sormaya başladıklarında burada olmamanın daha iyi bir fikir
olacağına karar verdi. "Gitmem gerek." Tam dönüp gidiyordu ki, birden koluna sertçe yapıştı biri.
"David, bence olanları konuşmalıyız," dedi profesör.
Saklı Kütüphane 72 www.e-kitap.us
Caine adamın gözlerinin içine bakınca gördüğü hoşuna gitmedi. "Bir şey olduğu yok. Gözümün
ucuyla kamyoneti gördüm. Hepsi bu. Şimdi bırakın gideyim." Papyonlu yavaşça bıraktıysa da Caine'in
kolunu, gözlerindeki ifade değişmedi. Caine Doc'a döndü. "Sizi sonra ararım,"
Papyonluya döndü. "Güle güle Profesör."
"David resmiyete gerek yok - adım Peter."
Caine bir cevap verme zahmetine katlanmadı. Yürüyerek oradan uzaklaştı.

Caine kaç saat şehrin sokaklarında dolaştığını bilmiyordu. Sokaklar, caddeler boyunca yürüyüp,
trafik lambalarındaki ışıklara göre yön değiştirdi. Yürürken lokantada yaşadıkları sürekli aklından geçip
duruyordu.
Bunun mantıklı bir açıklaması yoktu. Ama bu da tam olarak doğru değildi, değil mi? Aslında
birçok mantıklı, akla yatkın açıklama vardı, ama o bunu itiraf etmek istemiyordu: Nöbetleri önlemek
için aldığı ilaç onu uçurumun kenarından aşağıya itmişti, yani aklını kaçırmıştı, deliriyordu. Bu şizofren
olduğunun bir belirtisiydi, çok gerçekçi halüsinasyonlar görüyordu.
Ama bu olay olmuştu. İsten kapkara olmuş kıyafetlerine bakınca bunun gerçekten olduğu belliydi,
değil mi? Ama, ya bu da bir yanılsamaysa? Ya şehrin sokaklarında amaçsızca dolaşırken üzerindeki
kıyafetlerin is kaplı olduğunu düşünüyorsa ve aslında tertemiz kıyafetler varsa üstünde? Acaba bu
daha mantıklı değil miydi...? Bunu aklına getirmek bile istemiyordu. Neden olmasın ki aslında?
Kelimeyi söyleyecekti - önsezi, öngörü.
Demek buydu başına gelen.
Hangisi daha akla yatkındı - deli olduğu mu, psişik olduğu mu? Kendini toparlamalıydı. Biriyle
konuşması gerekiyordu. Yolun karşısına geçti ve cep telefonuna baktı. Üç cevapsız arama vardı.
Aslında cevap verememiş değildi, cevap vermemişti, kaçınmıştı.
İnsan delirirken kimi arar? Bunun tek bir doğru cevabı vardı. Caine telefon defterine girdi, ismi
buldu ve aradı. Tek bir çalıştan sonra açıldı telefon.
"Merhaba, ben Jasper. Sinyal sesinden sonra mesaj bırakın. Bip."
Caine bir mesaj bırakmayı düşündü, ama sonra caydı bundan. Ne diyecekti ki? Jasper ben
keçileri kaçırıyorum. Berni arasana. Telefonunu kapadı. Telefon titreşmeye başladı. Cevap vermeden
kimin aradığına baktı; Nikolaev olmadığından emin olmak istiyordu. Numarayı tanımıyordu, ama
Columbia'dan biri arıyordu belli ki.
"Alo?" dedi Caine çekinerek.
"David sana ulaşabildiğime memnun oldum. Benim, Peter."
Caine bir şey demedi.
"Dinle, hemen konuya gireceğim. İlgini çekebilecek bir proje var elimde. İkibin dolar
kazanabilirsin."
Caine birden durdu. "İkibin mi dediniz?"
"Evet."
"İlgileniyorum o zaman."
"Şu anda bir proje üzerinde çalışıyorum, senin de bu iş için iyi bir aday olduğunu..."
Caine tavana baktı ve yüzden geri saymaya başladı. İğnelerden nefret ediyordu; ama buna
değerdi, çünkü birkaç dakika sonra ikibin doları olacaktı. Laborant iğneyi çıkarıp, koluna gazlı bezle
bastırdı.
"Bir dakika öyle tut," dedi elindeki üç tüp kana etiket yapıştırırken Caine'le fazla ilgilenmeyerek.
Caine kendisine ne söylendiyse onu yaptı, bu günün bittiğine memnundu. Daha önce bir gün içinde bu
Saklı Kütüphane 73 www.e-kitap.us
kadar test olmamıştı hiç, epileptik olduğu teşhisini koyduklarında bile bu kadar uğraşmamışlardı. Dört
MRI, üç CAT taraması, idrar örneği, kan testi. Caine neyi incelediğini sorduğunda, Peter tam olarak
cevap vermemişti; Caine de merak etmesine rağmen kurcalamamıştı bu konuyu. Onun için önemli
olan tek şey nakit olarak parasını almaktı.
Caine bir önceki gün Peter'la telefonda görüştükten sonra Nikolaev'i arayıp bir anlaşmaya
varmıştı. Vitaly ona baskı yapmaktan vazgeçmeyi kabul etmişti, Caine de yedi hafta boyunca ona
haftada ikibin dolar ödeyecekti, yani toplamda 14,000 dolar, Caine ikinci taksiti nasıl denkleştireceğini
bilemiyordu, ama Nikolaev bu endişesini bilmediği sürece sorun yoktu. Caine'in bir tek zamana ihtiyacı
vardı. Eğer yeterince zamanı olursa bir çaresini bulurdu.
Son kan testinden bir saat sonra Caine Chernobyl'e gitti, Nikolaev ve Kozlov onu bekliyorlardı.
Kozlov, Caine'e baktı. Sanki ona vurmak için bir bahane arıyor gibiydi. Caine onu görmezden gelip,
Nikolaev'e odaklandı.
"Merhaba Vitaly."
"Caine, sağlığına kavuştuğunu görmek güzel," dedi Nikolaev gülümseyerek. "Ama biraz solgun
gibisin."
"Yorucu bir gündü de," dedi Caine beş saattir test yaptırmaktan bitkin düştüğünün farkına
vararak.
Nikolaev başını salladı. Caine, adamın aslında sağlığını umursamadığını, parasını aldığı sürece
Caine ölse bile umrunda olmayacağını biliyordu. Nikolaev güçlü elini Caine'in omzuna koydu. "Arka
tarafa geçip konuşalım."
Caine, Nikolaev'in peşinden bodruma indi, dar merdivenlerden inerken başını eğdi. Kozlov da
arkasındaydı. Podvaal'a girdiklerinde ışıksız loş ortama alışmak için Caine birkaç kere gözlerini
kırpıştırdı. Köşede bir masada bir oyun dönüyordu. Genelde müdavimler vardı. Onları başıyla
selamlayınca oyuna girmemiş olan birkaç kişi de ona selam verdi.
Caine, Nikolaev'in dar ofisine girdi. İçerideki kanepe, ufak masa ve sandalye küçük odayı
doldurmuştu. Sigara yanıklarından delik deşik olan kanepeye oturdu Caine. Nikolaev masanın
arkasına geçti. Kozlov ayakta kalıp sırtını duvara yasladı. Sanki binayı ayakta tutuyordu.
Kendisine bir şey söylenmeden Caine bir tomar para çıkardı ve yirmi tane yüz dolarlık saydı.
Nikolaev paralardan birini eline aldı, ışığa tuttu, sahte olmadığına emin olduğunda da tomarı toparladı
ve ceketinin cebine koydu.
"Elektronik eşyalarını aldığımız için özür dilerim," dedi Nikolaev, "ama iş iştir."
"Tabii ki," dedi Caine sanki birinin televizyonunu, videosunu ve müzik setini çalmak çok
normalmiş gibi.
Nikolaev ellerini masaya koyup ileri doğru eğildi. "Bana borcunu ödemek için parayı nereden
buluyorsun? Soruyorum, çünkü bu ilk taksit daha ve son taksit olmasını da istemem."
Caine ayağa kalkarken gülümsedi, hiçbir şeyi ele vermeye niyetli değildi. "Merak etme, her şeyi
halledeceğim."
Nikolaev başını salladı. Caine adamın kendine inanmadığının farkındaydı, ama bunun bir önemi
yoktu. Caine ya bir hafta içinde ikibin dolar daha bulacaktı, ya da Kozlov kolunu kıracaktı. Bu kadar
basitti her şey. Nikolaev ayağa kalkarak Caine'in elini sıktı. Biraz fazla sıkıyordu sanki. Gözlerinde
soğuk ve acımasız bir ifade vardı.
"Öğle yemeğine kalmak ister misin? Bizim ikramımız olur."
"Sağ ol, yedim ben," dedi Caine, Hayatta son isteyeceği şey Nikolaev'in yanında gerektiğinden bir
saniye fazla kalmaktı. "Gelecek sefere yeriz yemeği."
"Olur," dedi Nikolaev, "gelecek sefere."


Kitap Özetleri Oku - Olasılıksız parça9

9
Caine uyandığında Jasper gitmişti. Kanepeye bir post-it yapıştırmıştı: 'Bir işim var. Gelirim.' Caine
kardeşinin ne gibi işleri olabileceğini bilmiyordu, ama bu konuda endişelenmedi. Kardeşinin akli
dengesi tam anlamıyla yerinde değildi, ama Caine Jasper'ın kendine gayet iyi bakabildiğini anlamaya
başlamıştı. Başı belada olan Caine'di.
Dün akşam olanları anlamakta bile zorluk çekiyordu. Sanki gerçeküstü bir deneyim yaşamıştı.
Kahve yapmaya karar verdi; kafeinli bir şeyler içince zihni açılıyordu. Suyun kaynarken çıkardığı sesi
dinlerken tele-sekreterindeki kırmızı ışığın yanıp söndüğünü fark etti. Eninde sonunda tele-sekreterine
bırakılan mesajları dinlemek zorunda kalacağını bildiği için, derin bir nefes alıp, düğmeye bastı. Bir
saniye içinde Vitaly Nikolaev'in sesini duydu.
"N'aber Caine? Ben Vitaly. Nasılsın diye bir arayayım dedim. Kulübe gelsene. Seni merak
ediyorum."
"Eminim ediyorsundur," dedi Caine tele-sekretere doğru dönerek. Sonraki beş kişi mesaj
bırakmadan kapamışlardı. Cep telefonunda da sesli mesaj yoktu. Günlerden salıydı; Nikolaev'e iki
gündür 11,000 dolar borcu vardı. Nikolaev, haftalık yüzde beş faiz işlettiğine göre, Caine'in şu anda
ona 11,157$ borcu vardı. Ağzına edilmişti kısacası.
Hastaneden eve dönerken banka hesabındaki tüm parayı çekmişti. Elindeki 438.12 dolar bir
haftalık faizi ödemeye yetmezdi. Nikolaev konusunda ne yapacağını kestirmesi gerekiyordu. Caine
sorunu her aklı başında istatistikçi gibi ele aldı: Tüm olasılıkları gözden geçirip, her birinin sonuçlarını
hesaplayıp, en iyi yolu belirlemeye çalıştı.
Ne yazık ki yalnızca iki seçeneği vardı: Ya parayı ödeyecekti, ya da ortadan kaybolacaktı.
Ama nöbet geçirip dururken ortadan kaybolamazdı. Hem bir yerlere kaçıp, hem de deneysel ilacı
almaya devam edemezdi. Haftada iki defa kan vermeye gitmesi gerekiyordu; elinde de sadece yirmi
hap, yani on günlük ilaç vardı. Kozlov'dan kaçmanın bir yolunu bulabilse de nöbetlerinden kaçmanın
bir yolunu bulamayacaktı. Hayır, Dr. Kummar'la tedaviye devam etmek zorundaydı. Sırf denemiş
olmak için olsa bile.
Bu yüzden de parayı ödemek zorundaydı; ya da Nikolaev'le bir şekilde uzlaşacaktı. Belki de
çalışarak ödeyebilirdi borcunu. Caine bu fikir aklına geldiği anda bile bunun olmayacağını bilerek
başını salladı. Ne olarak çalışacaktı? O hangi işi yapabilirdi ki bu haliyle? Yok, olacak şey değildi. İç
geçirdi. Başka çaresi yoktu; parayı bulmak zorundaydı.
Peki, nasıl nakit para bulacaktı? İlk olasılık çok açıktı: Kaybettiği şekilde para kazanabilirdi, yani
kumar oynayarak. Düşünmeden cebindeki paraya dokundu. Elindeki 400 dolarla diğer kulüplerden
birine gidip para kazanmaya çalışabilirdi. Bu olasılık dahilindeydi.
Eğer şansı yaver giderse sabaha kalmaz birkaç binlik olurdu elinde. Ama kaybederse, eskisinden
bile kötü durumda olurdu. Ayrıca, Nikolaev, Caine'in başka bir kulüpte oynadığını duyarsa, bundan hiç
hoşnut olmayabilirdi.
Peki, ya Atlantic City'ye gitse? Bir otobüse atlayıp gidebilirdi ve belki de masalarda çaylak
turistleri ağına düşürürdü. Eğer dikkatli bir şekilde oynarsa kesinlikle kazanırdı; ama sorun şu ki bu
uzun süre alırdı. Kaybetmeye mahkûm olanlar az parayla oynarlar; üçe altı veya beşe on en fazla.
Ayrıca, her masada bir kurt olurdu. Böyle oyunlarda Caine saatte yirmi otuz dolar kazanırdı. Bu
aslında fena para değildi, ama yine de gecikmiş olurdu. Eğer günde 16 saat bile oynasa 320 ile 480
dolar arasında kazanırdı. Bu hesaba göre de, 116 gün aralıksız kazanması gerekirdi.
Yok yok, kumarhane işi yatmıştı. Başka bir poker kulübünde oynama seçeneğini de son dakikaya
kadar düşünmeyecekti. Diğer seçenek bir işe girmekti. Ama sürekli bir işi bu kadar kısa sürede nerede
Saklı Kütüphane 61 www.e-kitap.us
bulacaktı ki? Ülkenin ekonomik durumu pek parlak değildi ve Caine'in özgeçmişinde uzun süredir işsiz
olduğu yazıyordu. Bir iş görüşmesine giderse başına gelecekleri düşündü.
"Bay Caine, 2002'den beri ne işle uğraşıyorsunuz?"
"Bir aralar beni kapattılar, çünkü haftada bir iki kez kendimden geçip olmadık şeyler görüyorum,
sonra da bedenim kasılmaya başlıyor. Ama, Eylül'den sonra hep Vitaly Nikolaev'in kulübündeydim.
Pokerde üstüme yoktur. Bu arada, aklıma gelmişken, acaba bana 11,000 dolar avans verebilir
misiniz? Rus mafyası beni tepelemeden önce onlara borcumu ödemem gerek de."
Belki de profesörlerinden birinden bir araştırma işi kapabilirdi. Bu aslında iyi bir fikirdi, ama işe
yarayıp yaramayacağını bilmiyordu. Böyle işlerde rekabet yoğundu, ayrıca işi bitirmeden avans falan
da vermezlerdi. Zaten, alacağı para da dişinin kovuğuna yetmezdi. Esas para özel sektördeydi, zaten
bu yüzden bütün kalburüstü profesörler aynı zamanda finans piyasasında danışmanlık yapıyorlardı.
Birden Caine'in aklına bir fikir geldi: Eski tez danışmanından kendini bir danışmanlık projesi
kapsamında işe almasını rica edebilirdi. Eğer Caine adamı it gibi çalışacağına inandırırsa belki de Doc
- eski hocasına hep Doc yani doktor derdi- ona analizlerinin bir kısmını yaptırmayı kabul ederdi. Hatta
şansı yaver giderse Doc ona işe başlamadan bile para verebilirdi. Saatine baktı. Saat onu geçiyordu.
Doc genelde 10:30'da Columbia'da istatistik dersi verirdi. Doktora seviyesinde bir ders verip de
hazırlanmakla zaman harcamak istemediği için, bu derse girip, geri kalan zamanında araştırma
yapmayı tercih ediyordu. Profesörlerin çoğu gibi Doc da ders vermekten nefret ederdi. Ama sınıfına
girip öğrencilerle nasıl uğraştığını görenler buna asla inanmazdı.
Okulun sekreterliğini arayıp, Doc'un bugün yeni dönemin ilk dersini vereceğini öğrendi. Eğer
acele ederse, Doc sınıfa girmeden onu yakalayabilirdi. Deri ceketini kaparken cebindeki beyaz haplar
yere düştü. Caine bir sonraki dozu alma zamanı geldiğini hatırladı. Hapı avcuna aldığında, bir an için,
dün gece duyduğu o garip seslerin gerçek olup olmadığını sorguladı. Acaba bunlar deney
aşamasındaki ilacın bir yan etkisi miydi?
Caine ilacı almaktan çekiniyordu; ama almamaktan da korkuyordu. Bu işi yapmamak için kendi
kendini doldurmasına izin vermeden hapı ağzına attı, yuttu ve kapıdan çıktı. Merdivenlerden aşağıya
koşarken bir şeyi unuttuğunu düşündü, ama unuttuğu şeyin ne olduğunu kesinlikle hatırlamadı. Sanki
cevap dilinin uçundaydı, ama bir türlü bulamıyordu. Caine boş verdi, hatırlardı nasıl olsa.
Her zaman hatırlanırdı sonunda böyle şeyler.

Yirmiyedi dakika sonra, Caine derin bir nefes alıp sınıfa girdi. Arkadaki bir sırayı gözüne kestirip
oturdu. Kalbi çok hızlı atıyordu, ama bayılacakmış gibi hissetmiyordu kendini. Bu sadece bir odaydı.
Dersi veren de kendisi değildi. Yerinde kaldığı sürece sorun çıkmayacaktı.
Sınıfın önünde duran Doc, eline bir tebeşir alıp, kocaman harflerle tahtaya yazdı.
Olasılık Sıkıcıdır.
Birkaç öğrenci gülüştü. "Buna karşı çıkan var mı?" Kimse karşı çıkmadı. "İyi, bu konuda anlaştık
madem, bu sınıfta öğreneceğiniz her şeyin işinize yarayacağını söyleyeyim. Çünkü sınıfta Olasılık
Teorisi'nden söz etmeyeceğiz. Hayattan söz edeceğiz. Ve hayat çok ilginçtir. En azından benimki öyle;
sizinki nasıl bilemeyeceğim."
"Olasılık Teorisi hayatın sayılara dökülmüş halidir," diye devam etti. "Size bir örnek vereyim, bir
gönüllüye ihtiyacım olacak. El kaldırabilirseniz..." Birkaç kişi el kaldırdı. Tam o anda sınıfın kapısı
kapandı ve herkes geç gelenin kim olduğunu görmek için başını çevirdi. Popüler giyimli velet çoktan
sırasına oturmuş, başındaki beyzbol kepiyle yüzünü gizlemeye çalışıyordu. Doc hızlıca odanın
arkasına doğru yürüdü ve öğrencinin koluna yapıştı.
Saklı Kütüphane 62 www.e-kitap.us
"İşte bir gönüllü," dedi Doc çocuğun kolunu sanki bir yarışmayı kazanmış gibi kaldırarak. "Adın ne
bakalım?"
"Mark Davis."
Doc döndü, masasından bir bilgisayar çıktısı kaptı ve bunu Mark'a verdi. "Bu ne?"
"Şey... sınıf listesine benziyor."
"Aynen öyle. Şimdi, söyle bakalım, kaç öğrencinin adı yazılı burada?"
Mark biran için durdu, sonra başını kaldırdı. "Ellisekiz."
"İsimlerin yanında doğum günleri yazıyor mu?"
"Hayır."
"Şimdi eğlence zamanı," dedi sınıfa dönüp şaka yapıyormuş gibi bakan Doc. Sonra da Mark'a
dönerek, "İddiaya girmeyi sever misin Mark?" diye sordu.
"Tabii."
"Çok iyi!" Doc ellerini birleştirdi. Elini cebine attı ve beş tane bir dolarlık banknot çıkardı.
Sihirbazmış da, sanki numara yapacakmış gibi bu parayı sınıftakilere gösterdi. "Seninle beş dolarına
iddiaya girelim: Bence bu sınıfta iki kişi aynı günde doğmuş. Sen ne dersin?"
Mark sınıfa baktı, sonra da gülümseyerek Doc'a baktı. "Olur, ben iddiaya varım."
"Çok güzel. Haydi bakalım o zaman."
Mark anlamaz gözlerle bakıp kaşlarını kaldırdı.
"Parayı görelim diyorum."
Mark omuz silkti ve cebine el atıp kırışmış bir beşlik banknot çıkardı.
Doc bunu elinden kapıp masaya koydu. Sonra dönüp sınıftakilere gülümsedi. Mark'ı işaret
ederek, "enayi," dedi. Diğer öğrenciler güldüler. Mark ise kıpkırmızı oldu. "Eğer Mark hayat konusunda
biraz deneyimli olsa, ya da olasılık teorisini bilse, şu anda kaybetmeye mahkûm olduğu bir iddiaya
girdiğini bilirdi. Bana nedenini açıklayabilecek kimse var mı?"
Cevap veren olmadı.
"Peki, başka gönüllüler bulalım o zaman." Kimse kıpırdamadı. Sonra Doc, Caine'i gördü. Caine
gizlenmeye çalıştıysa da eski öğretmeni onu görmüştü. "Bugün çok özel bir misafirimiz var. En iyi
doktora öğrencilerimden biridir kendisi: David Caine. David elini kaldır bakayım." Caine istemeye
istemeye elini kaldırdı; birden dili damağına yapışmış, ağzı kurumuştu. Sınıftakiler dönüp ona baktılar.
"Ben David'e 'yağmur adam' derim çünkü sınıfta hesap makinesi kullanması gerekmeyen tek kişi
oydu. Bana yardım etmeye hazır mısın David?"
"Herhalde bana söz hakkı bırakmayacaksınız bu konuda?" dedi Caine göğsünden her an
fırlayacakmış gibi çarpan kalbini umursamamaya çalışarak.
"Aslına bakarsan haklısın," dedi Doc.
"O zaman benim için bir şereftir." Öğrenciler gülüştü. Caine kalbini zar zor zaptetti. Bisiklete
binmek gibi bir şeydi bu. Bunu yapabilirdi.
"Aferin," dedi Doc ellerini yine kavuşturarak. "Seninle benim aynı günde doğmuş olma
olasılığımız nedir?"
"Binde 3 civarında."
"Normal insanlara bu sonuca nasıl vardığını açıklar mısın?"
"1’i 365'e bölerek."
"Aferin. Hepimiz yılın 365 gününden birinde doğduğumuza göre seninle benim aynı günde doğma
olasılığım 365'de 1." Doc dönüp tahtaya yazdı.
1/365 = 0.003 = 03%
"Herkes bunu anladı mı?" Öğrenciler kâğıt kalem çıkarırken, not tutma zamanı geldiğini
Saklı Kütüphane 63 www.e-kitap.us
anladıkları için, bir yandan da söyleniyorlardı. "Tamam, o zaman bizim aynı günde doğmadığımız
konusunda iddiaya girmeni istesem bunu kabul ederdin herhalde, değil mi?"
"Evet."
"Bu akıllıca bir iddia olurdu; büyük bir olasılıkla da kazanırdın. Benim doğum günüm 9 Temmuz.
Seninki ne?"
"18 Ekim."
"İşte. Demek ki aynı günde doğma olasılığımız 365'de 1; doğmama olasılığımız ise 365'de 364'tû.
Şimdi de bu sınıftaki başka hiç kimseyle doğum gününün aynı olmama olasılığının ne olduğunu söyle
bana."
Caine bir an için düşündü, sonra başını kaldırdı. "Yüzde 14.9."
"Doğru, peki bu sonuca nasıl vardığını açıkla." "Eğer sınıfta herhangi biriyle aynı günde doğmuş
olma olasılığımı hesaplamak istersek, ilk önce sınıftaki 59 kişiyle aynı günde doğmadığım olasılığını
hesaplamam gerekir. Yani (364/365). Bu da sınıftaki herhangi biriyle aynı günde doğmadığım hesabını
59 kere kendiyle çarpmak demek."
Caine konuşurken Doc yazıyordu.
Olasılık (herkesin farklı bir günde doğduğu) - (364/365)
= %85.1
"Bu yüzden de," diye devam etti Caine, "bu sınıftaki kimseyle aynı günde doğmadığımın olasılığı
yüzde 85.1'se, o zaman aynı günde doğduğum olasılığı da yüzde 14.9'dur."
Olasılık {aynı gün) =1I- olasılık (farklı gün) = %100-%85.1 = %14.9
"Mükemmel," dedi Doc. "Herkes anladı mı?" Doc'un yazdığı işlemleri defterlerine geçiren
öğrenciler başlarını salladılar.
"Şimdi geriye dönelim bakalım. Seninle aynı günde doğmadığımızı biliyoruz. Peki, ikimizin de bu
sınıfta başka hiç kimseyle aynı günde doğmamış olma olasılığı nedir?"
Caine boğazını temizledi. "İlk önce benim kimseyle aynı günde doğmadığım olasılığını hesaplarız
- bunun %85 olduğunu biliyoruz zaten- sonra da aynı hesabı sizin için yaparız, ayrıca aynı günde
doğmadığımızı da dikkate alırız."
"Dur, çok çabuk ilerledin," dedi Doc dalga geçer gibi. Elindeki tebeşiri Caine'e fırlatınca, Caine
düşünmeden uzanıp bunu kaptı. "Gel de burada göster ne demek istediğini."
Herkes dönüp Caine'e baktı. Elleri terlemişti ve kalbi hızla, çarpıyordu, ama kendini zorlayıp
ayakta durdu. Sınıfın önüne doğru yürürken sanki attığı her adım yıllar alıyordu. Ama tahtaya
yaklaştıkça kendine olan güveni de artıyordu sanki. Sonunda tahtaya vardı ve daha önce defalarca
yaptığı gibi sınıfın önünde durdu. Gözlerini kırpıştırdığında dünyası allak bullak olmadı. Dr. Kummar'ın
ilacı işe yaramıştı. Ait olduğu yerdeydi.
Peki," dedi Caine sınıfa dönerek. "Ne diyordum... evet. Doc'un ve benim doğum günlerimiz aynı
gün değil. Bizimle aynı günde doğmuş başka birinin olma olasılığını hesaplamak için, ilk önce Doc'un
sınıftaki başka biriyle aynı günde doğmuş olma olasılığının ne olduğunu hesaplamak gerekir."
"Biraz önce yaptığımız hesabı yapıyoruz, ama bu sefer 363i 364'e bölüyorum. Neden? Çünkü
Doc'un benimle aynı günde doğmadığını biliyoruz zaten. O zaman bir günü eledim. Bunu da 58 kere
kendisiyle çarpıyorum çünkü onu sınıftaki geri kalan 58 kişiyle ele alıyorum, 59'uncu benim."
"Bu yüzden de Doc'un sınıfta başka herhangi biriyle aynı günde doğmamış olma olasılığı yüzde
85.3."
Olasılık (Doc- farklı bir günde) = (363/364)
= %85.3
Saklı Kütüphane 64 www.e-kitap.us
Caine sınıfa doğru döndüğünde bir an için yine palmiye elleri görür gibi oldu ve midesi ağzına
geldi. Sonra gözlerini sıkıca yumdu ve açtı. İyiydi. Palmiyeler yoktu. Derin bir nefes alıp devam etti.
"Şimdi, bizim ikimizin de kimseyle aynı günde doğmamış olma olasılığını hesaplamak için, iki
olasılığı birbiriyle çarpacaksınız."
Olasılık {Caine ve Doc- herkesten farklı günler)
= Olasılık (Caine farklı) * Olasılık (Doc farklı- Caine hariç)
= (364/365)* (363/364)
= (%85.1)*(%85.3)
= %72.5
"Hem Doc'la hem de benimle aynı günde doğan birinin olmama olasılığı %72.5. Yani böyle birinin
olması olasılığı %27.5."
Olasılık (C&D aynı gün) = 1- Olasılık (farklı gün) = %100-%72.5
"Herkes buraya kadar anladı mı?" Doc birden araya girince Caine şaşırdı. Onun sınıfta olduğunu
bile unutmuştu. "Harika," dedi Doc herkes başını sallayınca. "Peki son soru: Sınıftaki iki kişinin aynı
günde doğmuş olma olasılığı nedir?"
"Peki," dedi Caine tahtaya doğru dönerek, "diyelim ki bizim farklı günlerde doğduğumuzu
bilmiyoruz, aynı işlemi yapıyoruz: Yani bizim aynı günde doğmuş olma olasılığımızı hesaplarken
yaptığımız işlemi. Sonra sınıftaki her öğrenci için bunu tekrarlıyoruz, her seferinde de gün sayısından
bir gün eksiltiyoruz."
Olasılık (hiç kimse başkasıyla aynı günde doğmadı) = (364/365) * (363/365) * (362/365)
*....* (306/365) = 0.006 = %0.6
"Demek ki bu sınıftaki iki kişinin aynı günde doğmamış olma olasılığı %0.6, yani İki kişinin aynı
günde doğmuş olma olasılığı %99.4."
Doc yavaşça Caine'i alkışladı. Döndü, masada duran paraları cebine koydu, sonra da Mark'ın
sırtını sıvazladı. "Para İçin teşekkür ederim Bay Davis. Oturabilirsin."
"Bir dakika ama," diye karşı çıktı Mark.
"Aklınıza takılan bir şey mi var?"
"Arkadaşınız yanıldığımı söyledi, ama olmayabilir de."
"İnançsız biri var aramızda demek. Yani bana Olasılık Teorisi'ne inanmadığınızı mı söylemeye
çalışıyorsunuz?"
"Yüzde yüz inanmıyorum," dedi Mark pis pis sırıtarak.
"İmansız!" diye bağırdı Doc sanki kilisede vaaz veriyormuş gibi ellerini kaldırarak. "Kardeşlerim,
aramızda bir imansız var! Bu kulun ruhunu huzura kavuşturalım, onu kurtaralım! Ocakta doğan herkes
ayağa kalksın."
Dört öğrenci ayağa kalktı. "Arka sıradakinden başlayarak herkes doğum gününü söylesin."
Kimse aynı gün doğmamıştı. Mark'ın ağzı kulaklarındaydı. Doc sadece omuz silkti. "Yerinde
olsam gülmezdim. Biraz sonra çok kötü duruma düşeceksin," Doc öğrencilere doğru döndü. "Peki.
Ocak doğumlular otursun. Şubat doğumlular kalkıp doğum günlerini söylesinler."
Bu sefer beş öğrenci kalktı. Kimse aynı günde doğmamıştı. Mart, Nisan, Mayıs ve Haziran'da da
aynı günde doğan yoktu. Mark kendinden emin bir şekilde sırıtıyordu artık. Sonra sıra Temmuz
doğumlulara geldi.
Sıska bir mühendislik öğrencisi: "3 Temmuz," dedi.
Saklı Kütüphane 65 www.e-kitap.us
Uzun boylu, atletik yapılı, kısa saçlı bir öğrenci, "Temmuz'un 12'si" dedi.
"Hey, ben de Temmuz'un 12'sinde doğdum," dedi pembe tişörtlü çekik gözlü bir kız. Doc
gülümsüyordu; kollarını iki yana açıp eğilerek selam verdi.
"İşte size kanıt."
Mark yüzünü ekşitip yerine oturdu.
"Peki, bu işlemleri niye yaptık? Amacımız neydi? İlk önce şunu söylemek gerekir: Grup ne kadar
geniş olursa, olasılık da o kadar büyür. Yani yeterince gözlemlersek her şey olabilir - ve olur -her ne
kadar olasılık dışı olursa olsun. Diyelim ki sınıfta 10 kişi olsak Mark'ın kaybetme olasılığı ve iki kişinin
aynı günde doğmuş olma olasılığı.... Yağmur Adam yardım etsen?"
Caine bir an için gözlerini kapadı, sonra da açtı. "Yüzde 12 civarında."
Doc gülümsedi. "Evet. Ne diyordum. Şimdi bundan çıkaracağımız ikinci derse gelelim." Mark'a
bakıyordu. "Olasılık Teorisi hiçbir zaman yanlış değildir, yanıltmaz. Buna inanın, çünkü tek gerçek
budur."
Doc kısaca selam verdi; birkaç kişi onu alkışladı bile. Gülümsüyordu. "Şimdi okuduklarımıza bir
bakalım."
Caine bunu duyunca yerine döndü. Yürürken de kendini çok mutlu hissetti. Başarmıştı. Şu anda,
Vitaly Nikolaev'e borcu ve epilepsisi başının üzerinde duran Demokles'in kılıcı gibiyse de, Caine'in
umurunda değildi bunlar. Birkaç dakikalığına bile olsa ders verebilmişti. Onsekiz aydır ilk defa Caine,
belki de eski hayatına kavuşabileceğine inandı. Eğer bunu önceden bilebilseydi, Dr. Kummar'ın klinik
deneylerine katılmak için bu kadar beklemezdi.
Kırkbeş dakika sonra Doc dersini bitirdi. "Ders bitmiştir. Çarşamba'ya devam ederiz. Şansınız
yaver giderse belki Bay Caine de gelir."
Öğrencilerin çoğu sınıftan hemen çıktılar, ama birkaç yalaka öğrenci Doc'un çevresini sarıp ona
sorular sormaya başladılar. Bunlar da dağıldıktan sonra, Caine eski danışmanının yanına gitti.
"Seni görmek güze! Caine," dedi Doc Caine'in sırtını sıvazlayarak. "Aslında bunu bir gösteriye
çevirip para kazanmalıyız."
"Bence bizi görmek için para ödemez insanlar."
"Dalga mı geçiyorsun? Her biri dört ders için 14,000 dolar ödeyen 58 öğrenci biraz önce para
vermedi mi sence? Bu da..."
Caine gözlerini kırpışırdı. "Öğrenci başına 134.62 dolar eder."
"Aynen öyle."
"İyi," dedi Caine. "O zaman bugünkü dersten payıma düşen de 3,904 dolar ediyor. Çek de kabul
edilir."

Üzerinde, bir kurye şirketi olan Fed'Ex'ln lacivert-turuncu logosu olan beyaz minibüs, Sam'in
lokantasının karşısında durdu. Bu, UGA'nın sahibi olduğu paravan şirketlerden birinin 40
minibüsünden biriydi. Ama, dışı hariç, bu araç pek de diğerlerine benzemiyordu. Çok güçlü bir motoru
vardı ve askeri teçhizatlı gözetleme ekipmanı yüklüydü.
Çalıntı üniformalarının göğsünde yazan sahte isimleri dışında, minibüsteki üç görevlinin üzerinde
kimlik yoktu. Steven Grimes grubun lideriydi. O ülkedeki en iyi gözetlemecilerden biriydi. Gerçi yağlı
siyah saçlarına ve hayalet kadar solgun yüzüne bakınca yanıltıcı bir imaj çiziyordu.
Gözetleme merkezinde olduğu zamanlarda geniş deri bir koltukta oturur ve on monitöre bakıp,
önündeki beş klavyeyi kullanırdı. Ama sahaya çıkınca olanakları kısıtlanıyordu. Elinde sadece üç
ekran ve iki klavye vardı. Yere çakılı minik bir metal taburede oturuyordu. Ama, sahada olmayı daha
çok sevdiğinden, bu onun hoşuna bile gidiyordu.
Saklı Kütüphane 66 www.e-kitap.us
Her şeyden çok gözetlemeyi seviyordu. Görülmemesi gerekeni görmeye gelince, Grimes bu işin
piriydi. Bu konuda eğitim almamış olmasına rağmen, elektronik konusunda bir dahiydi ve babası gibi
usta bir hırsızdı. Bu iki becerisi sayesinde, kameralar yapıp, istediği yere yerleştirebiliyordu.
Üniversitede ikinci yılında kızların soyunma odasına bir kamera yerleştirdi. Okuldan atıldıktan sonra
Grimes profesyonel olarak gözetlemek istedi; bunu iş olarak yapmak isteyince de UGA'ya başvurdu.
İlk başvurusu anında reddedildi, ama o yılmadı. UGA'nın sistemine izinsiz girip, şifreleri kırıp,
kriptografi bölümünün başındaki adama, ekranını açtığında karşısına çıkacak bir mesaj yolladığı
zaman ajanstakilerin fikri değişti.
Grimes'ı bir sonraki gün hemen işe aldılar. Sonraki sekiz yıl boyunca çok zevk aldı işinden. Kendi
laboratuvarını verdiler ona, bir de casus aletleri alması için sonsuz bir bütçe sağladılar. İşinde
sevmediği şeyler de vardı; örneğin, tüm bürokratik işlemlerden ve patronu olan Dr. James Forsythe'tan
nefret ediyordu. Forsythe, ya da Grimes'in deyimiyle Dr. Jimmy, gerçekten çok rahatsız ediciydi. Hatta
diğer askeri personelin toplamından bile daha beterdi.
Grimes ve Forsythe birbirlerini hiç sevmezler, sürekli laf sokarlardı; yine de son zamanlara kadar
karşılıklı çıkarlara dayalı bir ilişki yürütmüşlerdi. Ama, Forsythe'ın verdiği talihsiz borsa tüyosu
sayesinde Grimes elindeki avcundaki tüm parayı yitirmişti. Eğer Dr. Jimmy olmasaydı, Grimes'ın şu
anda bankada 200.000 doların üstünde parası olacaktı. Ama iki ay önce Grimes varını yoğunu
philoTech diye bir şirkete yatırmıştı, çünkü Forsythe ona Senatör Daniels'ın şirketin dev bir devlet
ihalesini almasını sağlayacak büyük bir savunma yasa tasarısını desteklediği haberini uçurmuştu.
Birkaç hafta sonra yasa hakkındaki haber halka açıklanınca 52 haftadır 20 olan şirket hisseleri
101.5'e fırladı. Grimes, parasını alıp çekileceğine, iki misli yatırım yaptı; çünkü devlet ihalesi sayesinde
parasının üç mislini alabileceğini biliyordu. Bir servet kazanmak üzereydi; ama sonra Daniels
uykusunda ölünce tüm hayalleri suya düştü. Daniels gidince savunma tasarısı yattı, philoTech de
kontratı kapamadı. Sonra da, muhasebe skandalıyla gazetelere manşet oldu.
Günün ilk saatlerinde hisseler yüzde 98'lik bir düşüş gösterdi ve Grimes beş kuruşsuz kaldı.
Elinde şimdi onbin dolarlık hisse kalmıştı. Forsythe kendisiyle aynı durumda mıydı peki? Değildi tabii
ki. Eşekoğlueşek hisseler yükselir yükselmez satmıştı ve tomarla para kazanmıştı.
Grimes'ın bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktu. İşin daha da kötüsü, parasını kurtarmasının
tek yolu Forsythe'ın yanında kalmaktı. İşte o yüzden de bu herifin işini yapıyordu şimdi. O anda
telefonu çalınca konsoldaki bir düğmeye bastı. Dinlediği müziğin yerine Dr. Jimmy'nin sinir bozucu
sesini duydu.
"Ses kaydı yapabiliyor musunuz?" dedi Forsythe selama sabaha gerek duymadan.
"Acelen ne Dr. Jimmy?" dedi yanındakilerin gülüşmelerinden zevk alarak Grimes. "Augy iş
başında. Birkaç dakikaya devreye girer."
"İyi," diye tersledi Forsythe. "İşi halledince Ethernet'e de aktarın."
Dr. Jimmy telefonu kapayınca, Grimes da monitöre odaklandı. Restorandaki yaşlı bir herifi
görüyordu. Tversky neden bu kadar önemliydi ki Dr. Jimmy herifin öğle yemeğini yiyişini seyretmek
istesin?


Read E-Book - Olasılıksız part8

8
Silahın sesi insanın kulağında çınlıyordu. Jasper hiç bu kadar ses çıkacağını tahmin etmemişti.
Bu sesi duyunca kardeşine saldıran adam donup kaldı. Yumruk atmak için geriye çektiği eli bir
Actionman oyuncağınınki gibi havada kaldı.
"Onu bırak." Jasper'ın sesi biraz titriyordu, ama bu umurunda değildi. Kardeşinin boğazını sıkan
adam onu yavaşça bırakarak ellerini kaldırdı. David dizlerinin üzerine kapaklandı. Çok kötü
öksürüyordu.
"İyi misin?" diye sordu Jasper.
"Sen nereden çıktın? Ne işin var burada?" diye sordu öksürmekten zar zor konuşan Caine.
"Boş ver, anlatsam inanmazsın. Herif kim?" Jasper elleri hâlâ havada olan Rus'u işaret etti.
"Sergey," dedi David ayağa kalkarken. Sesi çatlayan David Rus'un elinin kolunun yetişebileceği
bir yerde durmamaya özen gösteriyordu. "Sergey, Vitaly'ye söyle bu hafta sonuna kadar parasını
getireceğim."
"Bu Bay Nikolaev'in hiç hoşuna gitmeyecek," diye homurdandı Sergey.
"Eminim gitmeyecektir," dedi David. "Sen yine de ona söyle, tamam mı?"
Sergey sanki 'kendi mezarını kazmak istiyorsan sen bilirsin* der gibi omuz silkti.
David ondan uzaklaşarak Jasper'ın arkasına geçti. Jasper da elindeki tabancayı çevirdi ve
kabzasıyla Sergey'ln başının arkasına vurdu. Dev adam kesilmiş bir ağaç gibi öne doğru yığıldı.
"Arkadaşın kendine gelmeden tabanları yağlasak iyi olacak," dedi derin derin nefes alan Jasper.
David ilk defa kardeşine dikkatle baktı. "Sen nasıl oldu da...?"
Jasper, David'e anlatmak İstiyordu; ama kardeşinin buna hazır olmadığını biliyordu. David'in
karşısında normalmiş gibi davranmak çok önemliydi. Eğer deli gibi davranırsa, David ona güvenmezdi.
Ama Jasper için bu zor değildi; hayatının büyük bir kısmında normalmiş gibi davranmaya alışmıştı, bu
rolü nasıl oynayacağını gayet iyi biliyordu.
"Şanlısın diyelim," diye yalan söyledi Jasper. "Haydi, gel gidelim."
Jasper kardeşinin koluna yapışıp onu uzaklaştırdı. Birkaç blok yürüdüklerinde David durdu.
"Dur biraz. Nereye gidiyoruz ki?" diye sordu. "Evine."
"Oraya gidemeyiz," dedi David başını sallayarak. "Nikolaev orada beni bekliyordur."
"Hayır," dedi kendinden emin bir sesle Jasper. "Bundan nasıl emin olabilirsin ki?"
Jasper buna cevap vermedi. David'in koluna yapıştı, koşarak ve kardeşini de koşturarak ilerledi.

Caine'in dairesine vardıklarında güneşin ilk ışıkları odayı aydınlatmaya başlamıştı bile.
Pencereden bakınca ufukta yeni doğan güneşi görebiliyordu. Duvar saati 06:28'i gösteriyordu. Evinde
bir tek bu saat, bir de telesekreter kalmıştı; diğer tüm elektronik aletleri almışlardı. Her şeyini
almışlardı. Nikolaev işini iyi yapmış, hiçbir şeyi atlamamıştı.
Satranç taşları yere dağılmıştı. Caine eğilip siyah bir atı aldı. Atın ağız kısmı çatlamıştı. Caine bir
şeyi kaybetmiş gibi mutsuz hissetti kendini birden. Bu satranç takımı Caine'in tek değerli eşyasıydı.
Babası altıncı yaş gününde hediye etmişti ona bunu. Babası bu garip taşları siyah beyaz zemine
yerleştirdiği ilk gün, Caine satrancın büyüsüne kapılmıştı.
"Satranç hayat gibidir David," demişti babası. "Her parçanın kendi işlevi vardır. Bazıları zayıftır,
bazıları ise güçlü. Bazıları oyunun başında işine yarar, bazılarıysa sonunda. Ama kazanmak için
Saklı Kütüphane 54 www.e-kitap.us
hepsini kullanmak zorundasın. Aynen hayatta olduğu gibi, satrançta da skor tutulmaz. On parçanı
kaybedip, yine de kazanabilirsin oyunu. Satrancın güzelliği budur işte. İşler her an tersine dönebilir.
Kazanmak için yapman gereken tek şey tahtanın üzerindeki olası hamleleri ve anlamlarını iyi bilmek
ve karşındakinin ne yapacağını kestirebilmek."
"Yani bu geleceği tahmin etmek gibi bir şey mi?" diye sordu Caine.
"Tahmin etmek imkânsızdır. Ama şimdiki zamanı çok iyi bilirsen geleceği kontrol edebilirsin."
Caine o zamanlar babasının ne demek istediğini anlayamamıştı; ama bu, oyundan büyük zevk
almasını engellemedi. Her gece yemeklerini bitirip sofrayı topladıktan sonra, ikizler ödevlerinin başına
oturmadan, babaları onlarla birer kez satranç oynardı. Jasper babasını hiç yenemedi, ama Caine sık
sık yenerdi.
Caine beyaz şahı alıp tahtadaki yerine koydu. Babasını on küsur yıl önce kaybetmişti. Hâlâ
onunla satranç oynamayı özlüyordu.
"Biliyor musun," dedi Jasper düşüncelere dalmış olan Caine'i kendine getirerek, "galiba sen daha
iyi bir oyuncu olduğun için babam seni daha çok severdi."
"Babam beni daha çok sevmezdi," dedi Caine Jasper'ın söylediğinde bir gerçeklik payı olduğunu
bilmesine rağmen. "Ayrıca, sen de aklını oyuna verdiğinde iyi oynuyordun. Senin sorunun yerinde
duramamaktı. Dikkatsizce oynayıp hatalar yapıyordun, bu yüzden de açık veriyordun."
Jasper omuz silkti. "Aklını vermek sana göre bir şey, bana göre değil," dedi Jasper. ''Yastık var
mı?"
Kardeşinin geçmişi anmaya niyetli olmadığını anladı Caine. Bu konuşmaya da böylece bir nokta
koyduklarını anlayarak Jasper'ın kanepede rahat ettiğine emin olduktan sonra kendi yatağına girdi.
Başı yastığa değer değmez uyuyakaldı. Yavaşça bilinçaltı devreye girdi, kayıyordu. Sonra da...
Philadeiphia'ya giden bir trendeydi.
Vagon bir sağa bir sola sallanıyor, Caine'in uykusu geliyor. Trenin sesi monoton; pencereden
baktığında gördüğü ağaçlar aralıksız kahverengi bir şerit gibi. Kucağına bakınca biraz şaşırıyor. Sol
eliyle başka birinin elini tutuyor. Küçücük bir el. Elizabeth de yanında. Caine'e gülümsüyor ve
parmaklarından birini sıkıyor.
Caine sağ eline bakıyor. Parmakları kapalı, uzun kırmızı tırnaklı, büyük ama yumuşak bir el var
elinin üstünde. Caine kadına bakıyor ve ondan elini bu kadar sıkmamasını istemek üzere. Kadın ona
dönünce sanki onu daha önce gördüğünü hissediyor Caine. Kadın tanıdık gibi. Kadının şişkin göbeğini
görünceye kadar onun kim olduğunu anlayamıyor. Sonra hatırlıyor. Bu hastanedeki hamile kadın.
'Nereye gidiyorsunuz?" diye soruyor Caine İkisine.
"Seninle aynı yere," diye cevap veriyorlar tek bir ağızdan.
"Neden?" diye soruyor Caine; ama bu soruyu sorarak ne öğrenmeye çalıştığını o da bilmiyor.
"Çünkü," diyor Elizabeth, İşler böyle işler."
"Ya," diyor Caine sanki bu cevap çok mantıklıymış gibi.
Otomatik kapılar açılmadan Dr. Tversky kravatını düzeltti. Yeşil-siyah kamuflaj kıyafetleri giyen iki
adam onu karşıladı. Askeri personelin, şehrin içinde bile, ormanda ortama uyum sağlamak ve
gizlenmek için uygun olan bu kıyafetleri giymekte neden ısrar ettiklerini bir türlü anlamamıştı. Gri
boyalı odada adamların bu kılıkta gizlenmeleri söz konusu dahi değildi. Hatta, filmden fırlamış
gerçeküstü kahramanlar gibiydiler.
"Kimliğinizi alabilir miyim efendim?" Adam konuşurken, sesi ifadesizdi. Bu aslında bir istek değil,
bir emirdi.
Dr. Tversky ehliyetini verdi ve asker, geçici bir kimlik düzenlerken bekledi. Eline aldığı kimliğe
baktı, sonra da yakasına iliştirdi. Büyük harflerle TVERSKY, P. diye yazılmıştı, altında da bir barkod
Saklı Kütüphane 55 www.e-kitap.us
vardı. Acaba ne zamandan beri insanları da sabun paketleri gibi barkodlamak gayet doğal bir şey
olarak karşılanmaya başlamıştı?
Kimliğin sağ üst köşesinde kendi resmini görmek onu şaşırtmıştı. Herhalde birkaç saniye önce
binadaki izleme kameralarından birine yakalanmıştı. Tversky kendine baktı. Daha önce haberi
olmadan hiç resmi çekilmemişti. Birden irkildi, fotoğraftaki adam hiç de iyi görünmüyordu. Kızgın ve bir
hayli korkmuş gibiydi. Tversky yüzündeki bu ifadeyi Forsythe'ın da fark edip etmeyeceğini merak etti.
Bu halde toplantıya girmek hiç de hoş değildi; Forsythe korkusunu sezerse bundan
faydalanacaktı. Ayrıca, Forsythe'ın ona inanacağı da yoktu herhalde. Tversky hiçbir zaman Forsythe'ın
büyük bir bilim veya ilim adamı olduğunu düşünmemişti. O daha çok hak etmediği kadar yükselebilmiş
bir bürokrattı, bir idareciydi sadece. Ama Tversky, bu tırnağı bile etmediğini düşündüğü adamdan para
istemeye gelmişti.
Ayrıca, yardım da isteyecekti.
Forsythe geniş masasının arkasında oturarak eski meslektaşına baktı. Tversky'nin anlattıkları
inanılmazdı. İnanılmazdan da öte, imkânsızdı. Ama, anlattıklarının tek bir kelimesi bile doğruysa,
Forsythe bunu araştırmamayı göze alamazdı. Hatta, bu tam istediği fırsat olabilirdi, Forsythe,
Tversky'yi zorlamaya karar verdi; adamın kendi teorisine ne kadar inandığını görmek istiyordu.
"Evet, anlattıkların çok ilginç," dedi Forsythe heyecanını gizleyerek. "Benden ne istiyorsun ki?"
"Desteğine ihtiyacım var. Bu fenomeni yetkin bir şekilde İncelemek için yeterli kaynağım olmadığı
ortada. Ama senin elinin altındaki kaynaklarla..."
"Çalışmanı yapabilirisin," diye arkadaşının başladığı cümleyi bitirdi Forsythe ellerini kucağında
birleştirerek.
"Evet, aynen öyle," dedi Tversky dişlerini sıkarak. Forsythe için için meslektaşını eleştirdi.
Tversky kadar zeki bir adamın, kariyerinde bu kadar deneyim edindiği halde, sinirine hâkim olamaması
hiç de hoş değildi. Özellikle de potansiyel bir yatırımcıyla konuşurken sinirlenmesi hiç hoş değildi.
Ama, tabii ki, Tversky ve onun gibilerin insanî ilişkilerde beceriksizlikleri yüzünden Forsythe belli bir
konuma gelebilmişti.
"Sana yardım etmek isterim," diye söze girdi Forsythe, "ama bu anlattıklarına bakılırsa son yetmiş
yıldır kuantum fiziğinde geçerli olan her şeye karşı çıkıyorsun. Bildiğin gibi Heisenberg Be-"
"Heisenberg yanılmıştı," dedi Tversky.
"Öyle mi?" Forsythe bilim adamlarının kendini beğenmişliklerine, çok gelişmiş egolarına aşinaydı,
ama yine de Tversky'nin bu cesur yorumu onu şaşırttı. Heisenberg'in Belirsizlik İlkesinin yanlış
olduğunu iddia eden birkaç asi olsa da, dünyanın ileri gelen bilim adamlarının hemen hepsi kuantum
mekaniğinin esaslarının Werner Heisenberg tarafından ortaya konulduğuna inanıyordu.
Heisenberg, 192ö'da yazdığı bir makalede, sonucunu etkilemeden bir fenomeni izlemenin
imkânsız olduğunu matematiksel olarak ortaya koymuştu. Bunu kanıtlamak için bir bilim adamının bir
subatomik partikülün konumunu ve hızını belirlemeye çalıştığını varsaymıştı.
Bunu yapmanın tek yolu o partikülü bir ışık dalgasıyla aydınlatmaktı. Sonra bilim adamı, ışık
dalgasındaki bozulmayı takip ederek, ışıkla aydınlatıldığında partikülün konumunu belirleyebilirdi. Ama
deneyin istenmedik bir sonucu da oluyordu: Işık ve partikül kesişinceye kadar partikülün hızı
bilinemeyeceği için partikülün hızı belirsiz bir şekilde değiştirilmiş oluyordu,
Heisenberg bir partikülün hem konumunu hem de hızının aynı anda belirlenemeyeceğini ve
böylece fiziksel dünyada her zaman bir belirsizlik olduğunu kanıtlamış oldu. Heisenberg Newtoncu
fizikçilerin her zaman savunduğu mutlak ilkelere karşı çıkmış ve dünyanın siyah beyaz değil de,
aslında gri olduğunu ileri sürmüştü. Onun savına göre, gerçek dünyada subatomik partiküllerin tam
belirgin konumları olamazdı, ancak olası konumları olabilirdi. Yani, bir partikül, olasılık çerçevesinde
belli bir yerde olsa bile aslında gözlemlenene kadar özellikle belli bir yerde de değildir.
Heisenberg şunu ortaya koyabildi: Gözlem sayesinde doğada gerçekte var olduğu haliyle bir
Saklı Kütüphane 56 www.e-kitap.us
partikülün konumunu değil de, doğada gözlemlenen bir partikülün konumu belirlenebilirdi. Birçok bilim
adamı bunu pek hoş karşılamadıysa da, Heisenberg'in olasılıklar evreni daha önce kabul görmüş (ve
açıklanmamış) fizik denklemleriyle de kanıtlanıyordu.
Sonunda, 1927'de, fizikçiler bir araya gelerek Kopenhag Yorumu olarak adlandırılacak bir
yorumda anlaştılar. Bu yorumda Heisenberg'in teorileri destekleniyor ve gözlemlenen fenomenlerin,
gözlemlenmeyen fenomenlerden farklı fizik kurallarına tabi olduğu kabul ediliyordu. Bu, bir takım çok
ilginç felsefi sorulara ön ayak olduğu gibi, bitim adamları hemen hemen her şeyin olası olduğunu da
kabul etmek zorunda kaldılar. Çünkü, mutlaklarla değil de olasılıklarla yönetilen bir evrende bütün
sonuçlar vardır.
Örneğin, bir partikül, olasılıklara göre bir bilim adamının laboratuvarında olabilir; ama başka bir
olasılık da evrenin başka bir yerinde olduğudur. Böylece çağdaş kuantum fiziği doğdu. Gerçi çoğu kişi
bunun nasıl olabileceğini anlayamıyordu, ama kimse Heisenberg'in ortaya koyduklarına karşıt bir tezi
de savunamıyordu.
Yine de teoriyi herkes kabul etmemişti, özellikle de yürekten Newtoncu olan bilim adamları; çünkü
onlar determinizme inanıyordu. Onlara göre evren değişmez kurallarla yönetiliyordu ve hiçbir şey
belirsiz değildi. Deterministler, her şeyin bir nedeni olduğuna inanır, insanlar eğer 'gerçek' kuralları
anlayabilse ve evrenin şimdiki durumunu kavrayabilse, bunların tahmin edilebileceğini savunurdu.
Forsythe tüm bunları aklından geçirirken, Tversky'nin ortaya koyduklarını sarsmanın en iyi yolunu
arıyordu.
"Helsenberg'i kabul etmemek, determinizmi desteklemek demektir," dedi Forsythe kelimelerini
özenle seçerek- "Bunu mu savunuyorsun?"
"Belki de öyle. Bana kalırsa determinizm hâlâ tamamen çürütülebilmiş değil."
"Peki ya Charles Darwin?"
Tversky determinizme ilk karşı çıkanlardan biri olan Charles Darwin'in ismini duyunca gözlerini
çevirdi. Heisenberg'in Belirsizlik İlkesi determinizme karşı geliştirilmiş hem en soyut, hem de son
darbe veya teoriydi, ama Darwin'in evrim teorisi bu teoriye indirilen en büyük ve en kolay anlaşılabilir
darbelerden biriydi.
Darwin Türlerin Kökeni'ni yazdığında, felsefecilere ve fizikçilere, yüce bir güç tarafından
geliştirilmiş bir dünya değil de, sayısız belirsiz mutasyon sayesinde milyonlarca yıl boyunca evrim
geçirmiş bir dünya olduğu görüşünü sundu. Bu eser 1859 yılında yayımlandığından beri,
Yaradılışçılık'ı reddederek evrimi kabul eden herkes, ayrıca yazgı, kader gibi belirli değişmezler
olduğunu da reddetmişti ve determinizmi de reddetmek durumundaydı.
"Yani şimdi evrime de mi karşı çıkıyorsun? Lütfen bana Yaradılışçı olduğunu söyleme."
Tversky bir kez daha dişlerini sıktı cevap vermeden; Forsythe ise sadece gülümsedi. Pembe
dünyalarında yaşayan meslektaşlarını sinir etmek, entelektüel bir sohbetten bile daha zevkliydi
Forsythe için. Tversky'ye Yaradılışçı damgası vurmanın ancak komik bir yorum olabileceğinin
farkındaydı, ama o da bu yüzden eğleniyordu işte. Belli ki Tversky eğlenmiyordu, çünkü monoton bir
ses tonuyla ders verir gibi konuşmaya başladı.
"Tabii ki evrime inanıyorum. Ama, Darwin'in evrimin ve doğal seçilimin rastlantısal mutasyonun
bir sonucu olarak ortaya çıktığı savı daha kanıtlanamadı. Çağdaş bilimle, mutasyonun daha neden
gerçekleştiğini bulamadık diye, fenomenin rastgele veya rastlantısal olduğunu söyleyemeyiz. Şu anda
anlaşılamayan bir fenomen bize rastlantısal gibi gelebilir."
"İnsan genetik yapısında 3.2 milyonu aşkın nükleotid baz vardır. Bunların arasında, belli bir ortam
içinde bir insanın fiziksel özelliklerini amaçlı bir şekilde yeniden programlayan kimyasal yapılar
olmadığı ne malum? Örneğin, tropik iklimlerde derinin koyulaşması veya rüzgârlı yörelerde elmacık
kemiklerinin yükselmesi gibi."
Forsythe elini kaldırdı. "Tamam, ne demek istediğini anladım. Sözümü geri aldım, Yaradılışçı
Saklı Kütüphane 57 www.e-kitap.us
olduğunu düşünmüyorum. Ama ya Determinizm? Peki ya Maxwell?''
James Clerk Maxwell, Heisenberg'in felsefesinin büyük büyük babası olan, ondokuzuncu
yüzyılda yaşamış en önemli fizikçilerden biriydi. Elektromanyetik dalgalar ve termodinamik veya ısı
hareketleri ile ilgili çalışmalarıyla adını duyurmuştu. En büyük bulgusu entropi veya eşyayılım
kanunuydu: Yani, ikisi de aynı ısıda olana dek, diğerine göre daha sıcak bir varlıktan ısının daha
soğuk olana doğru akması.
Bu bilim adamı, sıcak bir bardak suya atılan bir buz küpünün soğukluğunu suya aktarmadığını,
suyun sıcaklığının buza çekildiğini göstermişti. Su, buz eriyinceye kadar onu ısıtacak ve tüm sıvı
termal bir dengeye ulaşacaktı. Heisenberg gibi Maxwell de mutlak kanunlara inanmıyordu. Gerçi
kariyerinin ilk yıllarında bunları saptamaya çalıştı, ama son yıllarında da bunları yıkmaya çalışmıştı.
Bu alandaki en büyük başarısı, Termodinamiğin İkinci Kanunu'nun bir kanun olmadığını
kanıtlamasıydı. Meşhur ikinci kanuna göre her sistemde, enerji bir alanda odaklanmadan, yayılarak
dağılıyordu. Başlarda, İkinci kanun, kayaların neden dağlardan yukarı yuvarlanmadığından tut da,
tükenmiş pillerin neden yeniden şarj olmadığına kadar her şeyi açıklamak için kullanırdı. Çünkü her iki
durumda da enerjinin spontane bir şekilde odaklanması gerekirdi; bu da ikinci kanunla çelişiyordu.
Enerji her zaman yayılır, bir sistem her zaman en dağınık haline gelir. Böylece ikinci kanuna Zaman
Oku adı da verildi, çünkü gerçekten de zamanın akışını yönetiyordu.
Ama Maxwell, İkinci Kanun'un aslında mutlak olmadığını kanıtlayabildi. Bunu yapmak için de bir
test tüpünde gaz olduğunu varsaydı. İkinci Kanun'a göre bir sistemdeki tüm enerjinin dağıldığı
varsayıldığı için, gaz moleküllerinin tüm olası yerleri kaplayacak şekilde yayılması beklenirdi. Buna
göre de, ısı, moleküllerin durmaksızın gelişigüzel hareketi sonucu oluştuğundan, tüpün her yerinin
aynı ısıda olması gerekirdi.
Maxwell sonra da moleküllerin hareket yönü ve hızının rastlantısal olduklarını söyleyerek, en hızlı
hareket eden moleküllerin test tüpünün bir yerinde toplanabileceğine yönelik bir olasılık olduğunu ileri
sürdü. Bu da ani bir ısı artışına yol açardı; çünkü moleküllerin toplandığı yerde spontane enerji
konsantrasyonu olurdu. Bu da enerjinin her zaman dağıldığı yönünde bir savı vurgulayan
İkinci Kanun'a aykırı bir buluştu.
Maxwell böylece İkinci Kanun'un ancak büyük bir olasılıkta doğru olabileceğini, yani 'çoğu zaman
doğru olabileceğini' kanıtlamış oldu. Böylelikle de fizik yasalarının büyük bir çoğunluğunun, hiçbir
zaman tamamen doğru olamayacağını kanıtlamış oldu.
"İnsanlar, Maxwell’in Termodinamiğin İkinci Kanunu'nun mutlak değil de olası olduğunu ortaya
koyuşunun şans diye bir şeyin varlığını kanıtladığını düşünürler," diye cevap verdi Tversky. "Ama bana
kalırsa, gelişigüzellik. rastgele olma durumu, rastlantısallık görünüşte öyle, gerçekte böyle bir şey
yok."
Forsythe Tversky'nin bu cesur yorumunu duyunca kaşlarını kaldırdı. Adamın söylediğini anlamak
bile mümkün değildi neredeyse. Gerçi ikisi de ne demek istediğini anlıyorlardı, ama Forsythe bunu
söylemek, dile getirmek zorunda hissetti kendini.
"Yani sen elektronların hızlarının ve yönlerinin gelişigüzel olmadığına inanıyorsun, öyle mi?"
"Eğer Heisenberg'in teorisine gerçekten inanıyorsan, o zaman her şey mümkün," dedi Tversky.
"O zaman da elektronların hareketlerinin rastgele olmama olasılığını da kabul etmeliyiz."
"Peki, elektron partiküllerinin hareketleri rastgele değilse, arkalarındaki güç ne?"
"Bunun bir önemi var mı?" diye sordu Tversky.
"Tabii ki var," dedi Forsythe elini sallayarak.
"Neden?"
Forsythe eski meslektaşına bakakalıp, ne diyeceğini bilemedi. "Ne demek neden?"
"Şunu demek istiyorum," dedi Tversky sandalyenin ucuna oturarak, "elektronların hareketinin ne
tarafından yönetildiğinin, ne gibi bir önemi olabilir? Bu, atomun şimdiye kadar bilinen en küçük
Saklı Kütüphane 58 www.e-kitap.us
parçacığından bile daha küçük parçacıklarının bir sonucu olabilir, ya da yerel olmayan bir gerçeklikten
bir enerji akımı olabilir, hatta, neden olmasın ki, elektronlar zeki varlıklar bile olabilir.
Demek istediğim şu, hareketlerinin neden rastgele olmadığının bir önemi yok, rastgele değil,...
önemli olan bu."
"Ama elektron hareketlerini kontrol eden değişke-"
"Bu da ilginç bir konu olabilir, ama bu benim araştırmamın kapsamının dışında."
Forsythe önündeki kahveyi içerken Tversky'nin söylediklerini düşündü. "Ama Heisenberg'in
neden yanıldığını hâlâ açıklayamadın."
"Açıklamam gerekmiyor ki. Eğer elektronların hareketlerinde bir amaç olduğunu kabul edersen, o
zaman bu amacı belirleyen veya öngören bir güç olduğunu da kabul etmek zorundasın. Anlamıyor
musun? Eğer şimdiye kadar saptanmamış, daha ölçümü yapılamayan o güç varsa, o zaman ışık
dalgası olmadan da bir elektronu gözlemlemenin de bir yolu vardır."
Forsythe, adamı ağzı açık dinliyordu.
"Ama, mantığın hem döngüsel, hem de kendi kendiyle çelişiyor. Yani diyorsun ki, olasılıklarla
yönetilen bir evrende her şey olabileceği için, evren olasılıklarla değil de mutlaklarla yönetiliyor!
Heisenberg'in Olasılık Teorisini kullanarak teorinin kendini çürütüyorsun."
Tversky sadece başını salladı. Adamın kendini beğenmişliği ve savundukları inanılmazdı; ama
garip fikirleri çekiciydi, inandırıcıydı. Yine de, Forsythe, hâlâ Tversky'e kendisini ikna ettiğini belli
etmek istemiyordu.
Boğazını temizledikten sonra konuştu Forsythe. "Bu aykırı hipotezi neden kabul edeceğim ben
şimdi... tam olarak neden?"
"Tüm söylediklerimi kabul et demiyorum, bunun olabileceğini kabul et."
"Neye dayanarak?"
Tversky'nin gözleri parladı. "İnanç, iman belki de."
"Bu pek ikna edici bir yaklaşım değil. Eminim sen de farkındasındır."
Tversky omuz silkti. "Bana bak James, ben satıcı değilim. Bilim adamıyım. Ama sana haklı
olduğumu söylüyorum; bunu gördüm. Eğer orada olsaydın sen de anlardın."
"Ama ben orada değildim."
"Ben oradaydım,"
Forsythe başını salladı. "Özür dilerim, ama bu yeterli değil. Kanıt olmadan fon aktaramam.
Yapamam-"
Tversky masayı yumrukladı. "Neden olmasın? Hani bilim devrimciydi? Evlerinin bodrumlarında
gündüz gece demeden çalışan fakir dahilerin işiydi. Onlar, çevrelerindeki insanların aksine, evrenin
başka bir şekilde işlediğine inananlardı. Vizyonları vardı. Ayrıca, vizyonlarına inanacak yürekleri de
vardı." Tversky ayağa kalktı ve Forsythe'a doğru eğildi. "Sana yalvarıyorum, hayatında bir defa bir
bürokrat gibi değil de, bir bilim adamı gibi düşün."
Forsythe sırtını sandalyesine yasladı. "Ben zaten bir bilim adamıyım. Aramızdaki tek fark ben
gerçek dünyada yaşıyorum ve kısıtlamaları anlıyorum. Sistemin içinde çalışıyorum; dışında kalıp da
sızlanmıyorum. Bana cesaretten söz ettin demin... ben de sana sorayım o zaman: Cesur musun? Sen
ne yaptın bilim için? Hangi riski göze aldın bugüne kadar?"
Tversky hiçbir şey diyemedi. Forsythe, sinirden mi, yoksa diyecek bir şey bulamadığından mı
sustuğunu anlayamadı. Ama bu umurunda değildi. Önemli olan neden bir şey demediği değil, bir şey
diyememesiydi,
"Ben de öyle düşünmüştüm." Forsythe ayağa kalktı ve ofisinin kapısını açtı. "Eğer anlatacakların
bittiyse, bugün çok işim var... Elinde kanıt olduğunda, lütfen geri gelip teorilerini bir daha sunmaktan
çekinme."
"Kanıtlayacağım," dedi kendinden emin bir tavırla Tversky. "Gerçi kanıtladığımda buraya
Saklı Kütüphane 59 www.e-kitap.us
geleceğimi veya sana başvuracağımı hiç sanmıyorum." Tversky arkasını döndü ve koridor boyunca
hızla ilerledi.
Forsythe kapısında duran görevliye dönüp, "Dr. Tversky'ye kapıya kadar eşlik edin," derken
kendinden çok memnun olduğu sesinden anlaşılıyordu.
"Baş üstüne efendim," diyen asker kendisine emanet edilen adamın peşine düştü. Forsythe bir an
için boş koridorda durdu, sonra odasına girdi. Kapıyı kapatınca gülümsemeye başladı. Bunca laf
sokarak Tversky'yi iyice sinir ettiğine ve şevklendirdiğine emindi. O, Tversky'nin Alfa deneği üzerinde
yaptığı 'gizli' testleri zaten biliyordu. Sinirlenen ve kapılar suratına kapatılan Tversky, artık daha cesur
davranıp, daha fazla riske girecekti.
Forsythe'ın yapması gereken tek şey, arkasına yaslanıp olanları izlemekti. Eğer Tversky'nin bir
sonraki deneyinin sonucu olumsuz olursa, o zaman Forsythe da başka projeler bulurdu. Ama, eğer
Tversky haklı çıkarsa... o zaman Forsythe Ajan Vaner'a bir emir verecekti ve kadın bu hayatta en iyi
yaptığı şeyi yapmak için devreye girecekti. O saatten sonra da Forsythe, Tversky'nin yokluğunda, işe
onun bıraktığı yerden devam edecekti.
Bilim dünyası da hiçbir şeyi fark etmeyecekti.


E-Book Oku - Olasılıksız parça7

7
Tommy'nin ağzında dolu bir silahın namlusu vardı telefon çaldığında. Sesten bir anda öyle
irkilmişti ki, neredeyse tetiği çekmişti.
Gerçi kendini öldürmeyi planlamıştı; ama planlamak başkaydı, gerçekleştirmek bambaşka. Tetiği
çektiği anda bir daha geri dönemeyeceğini biliyordu, bu yüzden de bunu yapmak istediğinden yüzde
yüz emin olmak istiyordu. Telefonun sesinden aniden irkilince neredeyse bu kararı bilinçli bir şekilde
veremeden öldürmüş olacaktı kendini. Tommy namluyu ağzından çekip, tabancayı masaya koydu.
Gelecek sefere telefonu açık bırakayım bari.
"Alo?"
"Tommy! Gördün mü?"
Arayan eski kız arkadaşı Gina'ydı. Bu gece aramasını beklediği son kişiydi Tommy'nin. "Neyi
gördüm mü?"
"Haberleri seyretmedin mi? Sayıları diyorum."
"Neden söz ettiğini anlayamıyorum. Şu anda meşgulüm Gina. Seni sonra arasam-"
"Gerçekten bilmiyorsun, değil mi?" Gina'nın sesinden çok heyecanlı olduğu anlaşılıyordu,
"Hayır dedim ya-"
"Tommy kazandın! Sayıları tutturdun. Duyuyor musun? Senin o boktan sayıların çıktı." Son
cümleyi heceleyerek söylemişti, sanki aklı başında olmayan biriyle konuşuyormuş gibi vurgulamıştı.
Tommy'nin kadının ne dediğini anlaması yine de zaman aldı.
"Sayılarım mı...?" Tommy başladığı cümleyi bitirememişti bile.
-Evet."
"Emin misin?"
"Eminim! Sayıları çektiklerinde mutfaktaydım. Duyar duymaz hatırladım. Onca sene o sayıları
sayıklayışını duyduktan sonra unutmak mümkün değil. Sonra başka bir kanala çevirdim ve orada bir
daha dinledim sayıları, sonra da bir kağıda yazdım. Emin olmak için bir daha baktım. Tommy ne kadar
şanslı olduğunun farkında mısın...paraya para demeyeceksin, milyonların var artık!"
Tommy öylece pencereden dışarı baktı, ne diyeceğini bilemiyordu. Neler olduğunu kavramaya
çalışıyor gibiydi. Dolar milyoneriydi. Tommy DaSouza dolar milyoneriydi.
"Tommy? Tommy diyorum, orada mısın?"
"Haa..."
"Sana geleyim mi Tommy? Birlikte kutlarız. Eski günlerdeki gibi baş başa. Hayatımızda ilk defa
kutlayacak bir şeyimiz olur,"
Gina, Tommy'yi hazırlıksız yakalamıştı. Kadını o kadar özlemişti ki gerçekten ölmek istemişti.
Ama kadının sesindeki o çaresizliği duyunca birden şu anda Gina'yla olursa kendini daha yalnız
hissedeceğini düşündü. Daha az yalnız hissetmeyecekti.
"Bence... Başka zaman buluşsak... Ertelesek daha iyi olur, tamam mı?"
"Ben şimdi ayakkabılarımı giyer ve-" Gina Tommy'nin ne dediğini anladığı anda birden sustu.
"Tamam, pekâlâ, anladım. Yalnız başına olmak istiyorsun. Anlıyorum tabii ki."
"Sağ ol," dedi Tommy birden kendini çok İyi hissederek. Daha önce hiç Gina'ya hayır dememişti.
Hayır demek bir yana dursun, bunu demeyi hayal bile edememişti.
Tommy... Bilirsin, seni hep sevdim. Seni seviyorum. Biliyorsun değil mi?"
Ha tabii. Üç hafta önce aramamamı söyleyip, avazın çıktığı kadar bağırırken böyle demiyordun
ama, demek istedi Tommy. Ama ağzından çıkan tek yorum, "kapamalıyım," oldu. Kadın daha cevap
veremeden telefonu kapatıverdi; Lafı uzatırsa, barışıp Gina'yla yine bir araya geleceğinden
korkuyordu. Gerçi birkaç dakika önce Gina'yla tekrar birlikte olabilmek için sağ kolunu vermeye
Saklı Kütüphane 44 www.e-kitap.us
razıydı. Şimdiyse...
Kanepeye oturup tabancanın yanında duran televizyon kumandasına uzandı. Birkaç dakika
kanalları gezindikten sonra da kazanan sayıların ilan edildiği kanalı buldu 6-12-19-21-36-40 ve Şans
Topu 18. Gina gibi sayıları yazmak zorunda değildi. Biletini çıkarıp bakmak zorunda da değildi. Bunlar
onun sayılarıydı. Son yedi yıldır sürekli bu sayılara oynamıştı.
Neden 6-12-19-21-36-40+18 sayılarını seçtiğini bilemiyordu. Sayılar doğum günü falan değildi.
Sayılar onun aklına gelmişti, zihninden geçip durmuştu. Sanki gözlerini kapadığı anda göz
kapaklarının altında yanıp sönen neon ışıkları gibiydi. Hepsi bembeyaz parlıyordu, son sayı hariç, o
da kamp ateşindeki bir kor gibi kıpkırmızıydı, Powerball Conneticut'ta oynanmaya başlayıncaya kadar
bunların ne anlama geldiğini de anlamamıştı.
Sayıları ilk defa akşam on haberlerinde görmüştü - altı beyaz bir kırmızı sayı, aynen rüyasındaki
gibi - bunun bir rastlantı olmadığını anlamıştı. O Powerballı kazanacaktı. İlk başlarda şansını
kaçırdığından korktu, belki de sayıları - o sayılar - çıkmıştı bile. Sonra da Eyaletlerar'ası Piyango
Birliği'nden istettiği kitapçık gelmişti, tüm çıkan numaralar kitapçıkta yazıyordu. Tommy sayılarının
henüz çıkmadığını görünce rahatladı.
Bir sonraki gün kendini bildi bileli aklından çıkmayan sayıları oynamak için Conneticut'a gitmişti.
Sayıları oynamak için gideceği yere varması ve geri dönmesi iki saatini almıştı, ama buna değerdi.
Büyük ikramiye 86 milyon dolar olduğuna göre, saat başına milyon dolar kazanacaktı. Kazanan
sayıları açıklayacakları gece kazanacağına o kadar emindi ki; kaderdi bu. O'Sullivan'daki herkese
birer kadeh içki ısmarlamıştı o gece. Bu ona 109 dolar artı bahşişe mal olmuştu. Cebinde beş kuruş
kalmamıştı, ama bunun bir önemi yoktu. Gecenin sonunda o kadar çok kazanacaktı ki, isterse barı
satın alabilecekti.
Ama o gece haberlerde anons edilen sayılar onun sayıları değildi. Yedi sayıdan sadece ikisini
tutturabilmişti. Tommy kazanacağından o kadar emindi ki televizyonda okunan sayıların yanlış
bildirildiğini düşündü. Ama bir sonraki gün gazeteyi alınca, ak saçlı spikerin yanılmadığını anladı.
Tommy kazanmamıştı.
Biraz şevki kırıldıysa da tamamen kaybolmadı. Azimle oynamaya devam edecekti, hepsi buydu.
Bir sonraki hafta yine trene binip sayılarını oynamaya gitti. Ama, aynen ilk seferinde olduğu gibi,
sadece iki tutturdu. Birkaç ay sonra daha az şevkliydi bu konuda. Sayılar her akşam yatağa yattığında
zihninde parıldayıp durmasaydı, çoktan bırakmıştı bu işin peşini. Tommy oynamaya devam etti, hiçbir
hafta oynamamazlık etmedi. Oynamadığı hafta sayıları çıkar diye korkuyordu.
Birkaç yıl sonra Tommy kazanacağını düşünmüyordu artık; ama yine de oynamayı ihmal etmedi.
Ne zaman sarhoş olsa, ki son zamanlarda sık sarhoş oluyordu, çevresindekilere günün birinde
milyoner olacağını söylüyordu. Bekleyin de görün diyordu. Ne yazık ki o gün hiç gelmedi.
Günler geçtikçe işler daha da sarpa sarıyordu; daha doğrusu hiçbir şey kötüye gitmiyordu, ama
daha iyiye gittiği de yoktu. Bu da işler kötü gidiyor demekti. Liseden mezun olalı on yıl olmuştu,
Brooklyn'de aynı boktan dairede oturuyor, aynı boktan işe devam ediyordu. İlk başlarda böyle bir iş ve
daire ona havalı gelmişti. Ama Tommy, onsekizinde biri için havalı olan bir şeyin, yirmisekizinde biri
için pek de öyle olmadığını, zavallı duruma düştüğünü gördü.
Daha da kötüsü, kadınlar da bunu biliyorlardı. Gina gibi piliçler de. Ara sıra onunla takılmak iyiydi
hoştu, ama Gina'nın da ona ayrıntılı bir şekilde anlattığı gibi, Tommy 'uzun vadede bir kadına bir
şeyler vaat edebilecek bir erkek' değildi. Gina'nın istediği erkek olmaya çalıştı; ama bu imkânsızdı.
Tek iş deneyimi Tower Müzik'te tezgâhtarlık yapmak olan yirmisekiz yaşındaki biri bir gün içinde
potansiyel sahibi olamıyordu.
Ama bugün her şey değişmişti. Bugün artık ben gelecek vaat edebilecek biriyim. Değil mi?
Tommy masaya doğru yürüyüp, tabancayı eline aldı. Elinde silahı evirip çevirirken neden hâlâ
namluyu ağzına sokup tetiği çekmek istediğini düşündü.
Artık kendini öldürmesi için bir neden kalmamıştı ki. Artık parası vardı ve her şey yoluna
girecekti... Değil mi? Nedendir bilinmez bundan pek de emin değildi. Aslında, içinde bir yerde paranın
Saklı Kütüphane 45 www.e-kitap.us
hiçbir şeyi değiştirmediğini biliyordu. O hâlâ bir zavallıydı. Ama başka bir şeyi de düşündü: O, birkaç
dakika önce beynini dağıtmaya hazırlanan o zavallı adamdı hâlâ, ama değişebilirdi. Kendini tamamen
değiştirebilirdi... Ama ne olacaktı ki?
Bir hedefi olmalıydı. İç geçirerek başını salladı. En azından denemeliyim. Evet. Bunu
düşünmemeye çalışarak tabancayı dolabına, yıllardır gittiği konserlerden topladığı siyah tişörtlerin
arkasına sakladı. Eskiden hep bunları giyerdi, ama son zamanlarda bir tek temiz çamaşırı
kalmadığında giyiyordu bunları.
Dolabın kapağını kapatınca Tommy birasını bitirip, kanepeye uzandı. Uykuya dalmadan sayıları
düşündü; ama on yıldır ilk defa rüyasında sayılar gözünün önünde parlamadı.

Caine kalktığında geceydi. Televizyondan yayılan ışık duvarlarda garip gölgelerin oluşmasına
neden oluyordu. Ekranda ise aşırı neşeli bir genç kadın kazanan Powerball sayılarını söylüyordu.
Kumandayla televizyonu kapayınca oda karanlığa gömüldü. Caine hiçbir yere odaklanmadan baktı,
gözlerinin karanlığa alışmasını bekliyordu.
Sanki bir şeyi unutmuş gibi geliyordu kendisine, bir huzursuzluk vardı içinde. Rüyasını gördüğü
bir şey miydi bu? Yok, yok öyle bir şey değildi. Rüya görecek kadar derin uyumamıştı zaten. Daha
doğrusu rüya gördüyse bile bilinci artık bunu gölgelemiş, ona bunu unutturmuştu. Sonra birden
hatırladı. İlacı içmişti. Başucunda duran cep telefonunu kaptı ve saate baktı. Saat neredeyse sabahın
ikisiydi. Neredeyse onbir saattir ilaç bünyesine etki ediyordu.
Başını sağa sonra sola çevirirken gözlerini kırpıştırıyordu. Kendini farklı veya garip hissetmiyordu.
Şimdilik her şey yolunda gibiydi. Ama Jasper da aynen böyle dememiş miydi? Garip bir şeyler
oluyormuş gibi hissetmeyeceğini söylememiş miydi? Ama Caine yine de, aklını kaçırmaya başlasa, ya
da bir tahtası gevşemeye başlasa bunu anlayacağını düşünüyordu. Anlardı. Anlamalıydı.
Birden elindeki cep telefonu titreşmeye başladı. Caine'in yüreği ağzına geldi, neredeyle elindeki
telefonu düşürüyordu. Kimin aradığını anlayabilmek için ekrana baktı.
Bir an için telefona cevap vermemeyi düşündü, ama sonra fikrini değiştirdi. Hâlâ uyuşuk olan
parmaklarıyla telefonunu açmaya çalıştı.
"N'aber Caine? Vitaly ben. Nasıl oldun?"
Caine'in bir anda karnına sancılar saplandı. "İyiyim, gayet iyiyim. Sağ ol. Sen nasılsın?" Onbirbin
dolar borcu olan adama söyleyecek başka bir laf bulamamıştı.
"Aslında pek iyi değilim Caine. Ama bu derdime deva olabileceğini düşünüyorum." Nikolaev
duraksadı. Caine konuşmakta tereddüt etti, ama birkaç saniye sonra, sessizlik uzadıkça, konuşması
gerektiğini anladı,
"Ya... Evet, herhalde şu para meselesi hakkında arıyorsun." Adam cevap bile vermedi. Caine'in
dili damağı kurudu. Kaloriferin üstünde unutulup kuruyunca kaskatı kesen bir çamaşır gibiydi dili.
"Ben hazırlıklıyım Nikolaev. Hastaneden çıkar çıkmaz, hemen ödemeye hazırım."
"Faiziyle birlikte."
"Tabii, faiziyle birlikte. Tabii ki." Caine yutkunmaya çalıştı, ama boğazı da düğümlenmişti. "Faizi
ne kadar bu arada?"
"Standart faiz. Haftalık yüzde beş ve her hafta faiz katlanıyor biliyorsun. Yani şunu açıklığa
kavuşturalım - paran var, değil mi? Kulübün iyi bir müşterisisin, seni burada görmek isteriz. Severim
seni bilirsin."
"Tabii ki param var," diye yalan söyledi Caine. "Hiç sorun yok.
"Enfes," diyen Nikolaev'in sesi tehditkârdı. "Bankada mı para?”
"Evet." Caine'in midesi bulanmaya başladı.
Saklı Kütüphane 46 www.e-kitap.us
"İyi. Madem sen yataktan çıkamıyorsun Sergey'i yollayacağım sana. Ona banka kartını verirsin, o
da gider parayı çeker. Böylece seni kalkıp şehre inme derdinden kurtarmış oluruz," dedi
Nikolaev. "Sen iyileşmeye bak."
"Sağ ol," dedi ne yapacağını şaşıran Caine; zaman kazanmak istiyordu. Caine'in hayatta son
isteyeceği şey, Nikolaev'in yüz kiloluk korumasının kendisini hastanede ziyaret etmesiydi. "Vitaly sorun
şu ki belki fonlarımı nakite çevirmem gerekebilir. Bilirsin işte. Bankada ikibin kadar nakit var, gerisi
kâğıt Ayrıca, birkaç CD falan da satacağım, bunun gibi şeyler."
"Hani tüm para bankadaydı?" Nikolaev bir an için sustu. "Caine şu anda bana yalan söylemeni
tavsiye etmem."
"Öyle... Yani demek istediğim... Yalan değil. Param var, ama nakit değil. Ama her an nakde
çevirebilirim... Emin ol çevirebilirim Vitaly. Buradan çıkar çıkmaz."
"Peki, öyleyse şöyle yapacağız. Sergey lobide bekliyor. Onu yukarı yollayacağım banka kartını
alması için. Bu gece bin dolar çeker, sonra da sen hastanede kalırken her gün beşyüz dolar çeker.
Çıkınca da CD'lerini falan satarsın. İyi mi?"
"Tabii Vitaly, olur," Caine bunu derken bunun olabilmesi için bankada şu anda olan 400 dolardan
fazlası olması gerektiğini düşünüyordu.
"Tamam o zaman. Sergey birkaç dakikaya yanında olur."
"Sağ ol Vitaly."
"Sorun değil," dedi Nikolaev sanki Caine'e bir iyilik yapıyormuş gibi. "Caine bir de..."
"Evet?"
"Çabuk iyileş olur mu?" Telefonu kapadı.
Caine telefonu kapayınca, hastaneden taburcu olma zamanı geldiğini düşündü. Kolalı çarşafı bir
kenara itip yavaşça ayaklarını yataktan aşağıya sallandırırken, bacaklarının ağırlığını
taşıyamayacağından çekindiği için yavaş hareket ediyordu. Tabanlarının altındaki zemin soğuk ve
pürüzsüzdü. Ayakta durabilmek hoşuna gitti. Dengesini sağlayabileceğine emin olduğu anda
elbiselerini giydi aceleyle.
Saate baktı. Daha telefonu kapatalı üç dakika bile olmamıştı. Nikolaev telefonu kapar kapamaz
Sergey'i aradıysa Caine'in kaçmak için çok az zamanı vardı. Dev Rus'un, hastane güvenliğini
atlatabileceğinden hiçbir şüphesi yoktu. Caine yalnızca atlatmasının ne kadar süreceğini
kestiremiyordu. Caine'in bekleyip de bu sorunun cevabını öğrenmeye niyeti de yoktu, Kozlov onu
'ziyaret' etmeden önce gitmek istiyordu.
Caine, cılız bir aydınlatmayla ışıklandırılmış koridora bakmak için kapıdan başını çıkarınca,
Kozlov'un hantal bir ayı gibi yürüyerek koridorda ilerlediğini gördü. Dev koruma yürümüyordu, sanki
ayağını sürüyerek ilerliyordu; bir ayağından diğerine cüssesinin ağırlığını aktararak ortalığı sarsan
adımlar atıyordu. Caine'in yüreği ağzına geldi. Çok geç kalmıştı. Kozlov'a banka kartını teslim etmek
zorunda kalacaktı. Nikolaev, Caine'in para konusunda yalan söylediğini kestirdiği anda da, Caine'in bu
hayata elveda deme zamanı gelmiş olacaktı.
Birden, nöbetler veya şizofreni artık korkutucu gelmedi, şu andaki durumu daha korkutucuydu.
Caine odada etrafına bakındı, saklanacak bir yer kestirmeye çalıştı gözüne. Ama bir tek, oda
arkadaşının yatakta yattığını görebildi. Adam o kadar zor nefes alıyordu ki, Caine bir an için onun
ölmüş olabileceğinden bile şüphelendi. Adamın hayatta olduğuna dair tek kanıt EKG monitöründen
gelen bip sesiydi.
Caine monitörde zıplar gibi ilerleyen yeşil topa bakarken birden aklına bir fikir geldi.

"Kod Mavi -1012.1012'de mavi kod uygulaması." Hemşire Pratt mikrofona konuşurken senelerin
Saklı Kütüphane 47 www.e-kitap.us
verdiği sakinlik ve deneyim okunuyordu sesinden. 1012 numaralı odada birinin ölüm döşeğinde
olduğunu diğer hastalara belli etmemek gerektiğini düşünüyordu. Acil durum arabasının koluna
yapışıp koridordan aşağıya doğru hızla gitti. Dev cüsseli, sakallı adama çarpana kadar onun koridorda
olduğunu fark etmemişti.
Adam kadına öldürecekmiş gibi bakıyordu, ama kadının adamı azarlayacak zamanı yoktu.
Arabayı adamın çevresinden itip yoluna devam etti. İlk önce odaya o girdi. Tanrım neden hep yaşlılar
onun vardiyasında ölürlerdi ki? Bu hafta üç etmişti. Odaya girince ışıkları yakıp Bay Morrison'ın yanına
koştu. Adamın kanı çekilmişti sanki, bembeyazdı.
O anda kabloyu gördü; yerde duruyordu. Odaya yeni yetme pratisyenlerden biri koşarak girdi ve
deneyimli hemşireye neredeyse çarparak durdu.
"Ne kadar zamandır"
"Yanlış alarm. Kablosu çıkmış."
"Ne - ya," pratisyen hemşirenin işaret ettiği yerde duran kablo ucuna baktı.
Hemşire eğilip ucu yerden aldı. Üzerindeki bant hâlâ yapışkanlıydı. Nasıl olmuştu da çıkmıştı?
Kadın bu konuda kafa patlatmaya niyetli değildi, ona iki yıllık meslek hayatında birçok şey öğrenmişti,
garip şeyleri sorgulamanın bir anlamı yoktu.
Burası bir hastaneydi ve garip şeyler hep olurdu.

1013 numaralı odanın kapısının eşiğinde duran Caine yan odadan çıkan hemşireye ve pratisyene
görünmemek için neredeyse kapıyla bütünleşecekti. Birkaç saniye sonra, Kozlov sessizce ve
çaktırmadan 1012 numaralı odaya girince de, Caine koridora fırlayıp kırmızı neon ışıklı bir tabelayla
aydınlatılmış olan çıkışa doğru hızlıca yürümeye başladı. Parlayan levhaya bakarken sanki birden
gözünün önünde harfler büyüdü ve odayı yerden tavana kadar kapladı. Caine’in boğazı düğümlendi.
Hayır, hayır, şimdi bunun sırası değildi.
Caine gözlerini sıkıca yumarak görsel halüsinasyonlarının geçmesi için kendine hâkim olmaya
çalıştı. Bunu yaptığı anda da birden başının döndüğünü fark etti. Dengesini sağlayabilmek için
yanında durduğu hastane arabasının koluna yapıştı. Yavaş yavaş kendine gelmeye başlayıp gözlerini
açınca da arabanın içinde ameliyat kıyafetleri ve hastane önlükleri olduğunu gördü. Tıka basa
doluydu. Hiç düşünmeden beyaz bir doktor önlüğü çekti aldı ve üstüne giydi,
O anda arkasında cüsseli birinin ayak seslerini duydu. Belli ki bu Kozlov'du. Caine üstüne
atlayacağını düşündüğü dev Rus'un saldırısına kendini hazırlamak istercesine omuzlarını dikleştirdi.
Kozlov'un dolgun elini omzunda hissettiği anda kaçacak bir yeri olmadığını anladı. Ama Caine'i tutup
duvardan duvara atmaya başlamaktansa, Kozlov yalnızca onu kabaca bir kenara itip, koridorda köşeyi
dönerek yoluna devam etti.
Caine, bir an için, şaşkın bir halde olduğu yerde kala kaldı. Sonra, beyaz önlüğü gören Rus'un
aldanıp kendisini bir doktor sandığını anladı. Caine zorlanarak ilerleyip, koridorun sonundaki ikili
kapılardan dışarı attı kendini. Asansörleri bulduğunda tam gümüşi düğmelerden birine basmak İçin
elini uzatmıştı ki baldırında bir titreşim hissetti ve telefonu çalmaya başladı.
"Lanet olası meret!" Caine cebine el atıp telefonu susturmaya çalıştı. Ama iş işten geçmişti,
çünkü ikili kapılar açılınca elinde cep telefonuyla Kozlov göründü. Gülümsüyordu.
Caine çaresizce asansör kapılarına baktı, için için yalvarıyordu asansörün gelmesi ve kapıların
açılması için. Kaçacak bir yer ararken asansörün kapısı önünde kapalı duruyordu. Kozlov sakince ona
doğru geliyordu, sanki fırtınadan önceki sessizliliğin tadını çıkarıyor gibiydi. Tam o anda asansörün
kapısı açıldı. Asansörde elinde bir paspas olan İspanyol görünümlü bir adam vardı ve yanında da
tekerlekli bir kovanın içinde su vardı.
Saklı Kütüphane 48 www.e-kitap.us
"Özür dilerim ama..." dedi Caine neye uğradığını şaşıran hademenin elinden paspası kapıp
kovayı aldığı gibi koridordan aşağıya doğru fırlatırken. Planlasa, zamanlaması bu kadar iyi olamazdı.
Kozlov kovadan kaçınabildi, ama bunu yaparken paspas omzuna çarpınca kova devrildi. Sabunlu
sular yere dökülünce de Kozlov kaydı ve büyük bir gümbürtüyle yere yapıştı.
Caine koca asansörün içine attı kendini ve elinin altındaki ilk düğmeye bastı. Kozlov ayağa
kalkamadan kapıların kapanması için de dua ediyordu bir yandan. Kapı kapanırken Caine dev adamın
yaklaştığını gördü. Kozlov asansörü durdurmak için kolunu uzatmıştı ama çok geç kalmıştı. Metal
kapılar kapandı ve asansör yukarı çıkmaya başladı.
Caine asansör her bir katı çıkarken değişen sayılara bakıp birden kendini ne kadar aptalca bir
duruma düşürdüğünü anladı. Ne yapmaya çalışıyordu? Hastanenin içinde bir Rus mafya üyesiyle
kovalamaca mı oynuyordu? İşler nasıl böylesine çığırından çıkmıştı?
Sonra birden anladı: İlaç. Hapı yutmuştu, uyanmıştı ve sonra...ne olmuştu?
Belki şizofren olmuştu, belki de bir nöbet geçiriyordu ve Rus mafyasının peşinde olduğunu
sanıyordu. Ama bu imkânsızdı. Her şey gerçekti. Hapı almadan önce kaybetmişti Nikolaev'e parayı.
Tamam, son birkaç dakikadır her şey garipleşmişti, ama bu Caine'in kendisinin garipleştiği anlamına
gelmiyordu. Öyle değil mi?
Belki de bu bir karabasandı, ilacı alınca görmeye başladığı kötü bir rüyaydı. Hayal görmediğinden
emin olmak için kendini çimdikledi. Canı acıdı ama bu herhangi bir şeyi kanıtlıyor muydu? Belki de
canının acıdığını hayal ediyordu. Bu, sonsuz bir mantık döngüsüydü, ya da mantıksız bir döngü; hangi
açıdan baktığına bağlıydı insanın. Halüsinasyon gören, olmayan şeyleri gören biri, böyle bir anı
yaşadığından veya yaşamadığından nasıl emin olabilirdi ki?
Ya korktuğu başına geldiyse?
Ya tamamen keçileri kaçırdıysa, normalle anormal arasındaki çizgiyi geçtiyse?
Jasper'ın sözleri çınlıyordu kulaklarında. Sanki dalga geçiyordu onunla. "İnsana bir şey
oluyormuş gibi gelmiyor, her şey normalmiş gibi geliyor... İşte bu yüzden bu kadar korkutucu..."
Birden, asansör sarsılarak durunca, kapıların açılacağını belli eden zil sesi duyuldu. Bu Caine'e
bir fırın saatini hatırlattı. Kapılar açılınca Caine hiç düşünmeden onbeşinci katta indi. Bu katta hangi
hastaların yattığına dair bir levha falan yoktu. Kendi yattığı koridora benziyordu. Arkasında kalan
asansörün kapısı kapandı.
Caine başka bir asansöre binmeyi düşündü; ama sanki içinden bir ses ona bunu yapmamasını
söylüyordu. Sanki gerçekten kafasının içinde bir ses vardı. Daha değil, daha işin bitmedi. Bu,
gerçekten aklını kaçırdığını mı kanıtlıyordu acaba? Hayır. Bunu kabul edemiyordu. Bunun sadece
içgüdülerinin sesi olduğunu tekrarladı kendine. Genelde içgüdülerini dinlerdi, dinlemekle de akıllılık
ederdi. Güvenirdi içgüdülerine. Ancak, poker masasında kaybedecek bir ele onbirbin dolar yatırma
kararını da içgüdülerini dinleyerek vermişti, pek de iyi olmamıştı.
Aklından geçen tüm bu düşünceleri bir kenara itmeye çalışan Caine, boş koridor boyunca yürüdü.
Ayak sesleri sert ve soğuk zeminde çınlıyordu. İkili bir kapıya geldi. Kapının pürüzsüz kollarına el
atınca birden sanki daha önce buraya gelmiş, bunları yaşamış gibi hissetti kendini.
Her şey o kadar tanıdıktı ki. Elinin altındaki soğuk metal kol, başının üstündeki pek de parlak
olmayan floresan lamba; çevreyi sarmış olan antiseptik alkol ve ilaç kokusu. Birden çok yoğun
duygular hissetti ve kendini...neydi bu duygu? Öngörü müydü? Psişik miydi?
Birden kendine çok güvendi. Sanki elinde bir floşroyal varmış da, asla kaybedemezmiş gibi
hissetti. İkili kapıdan içeri girdi ve diğer tarafta ne olduğunu görmek istedi. Sessiz odaların önünden
geçerken sanki soğuk bir rüzgar yalıyordu yüzünü. Yaşayacağını önceden bildiği her anın tadını
çıkarmak istercesine bu soğuk havayı soludu.
Caine bu deneyimin sakinleştirici, huzurlu olduğunu düşündü. Uyuyan insanların kapılarının
önünden yürümek ve bilinçsiz zihinlerinde ne gibi rüyalar, hülyalar, karabasanlar canlandırdıklarını
Saklı Kütüphane 49 www.e-kitap.us
düşünmek...
Tavana kadar yığılmış meyveli çörekler... ağızlarından köpükler saçan, kuduz köpekler...eski
sevgilisiyle çirkin bir yüzleşme...
Bunlar geçmişte yaşanmış, canlı tutulmuş hatıralar gibi birer birer geçti aklından. Birden huzurlu
hissetti kendini, sanki empati kurmuş, bağlıymış gibi... Neye bağlıydı ki?
Onların zihinlerine dedi Ses (içgüdüsü) fısıldayarak. Caine bunun delilik olduğunu geçirdi
aklından.
Tabii ki öyle. Ama bu gerçek olmadığı anlamına gelmez.
Korkarak başını salladı. İşte olan olmuştu. Tamamen aklını kaçırmıştı, halüsinasyon görüyordu.
Ama tüm bunların gerçek olmaması söz konusu değildi, çünkü çok gerçekçiydi. Jasper'ın sözleri
çınladı kulaklarında.
Gördüklerin gerçek gibidir. Doğal, hatta olağan. Sanki hükümetin düşüncelerini çalmaya
çalışması ya da en yakın arkadaşının seni öldürmeye çalışması en normal şeymiş gibi gelir.
Tüyleri diken diken olurken soğuk terler döktü. Odaklanmalıydı. Etrafına daha dikkatli bakmaya
başladı. Önünden geçtiği her kapının üstünde bir numara, bir de beyaz kart vardı. Kartın üstünde
odada yatan hastanın soyadı ve adı yazılmıştı büyük harflerle, HORAN, NINA. KARAFOTIS,
MlCHAEL NAFTOLY, DEBRA. KAUFMAN, SCOTT.
Dördüncü odanın önünden geçene kadar Caine bu isimleri okurken birini aradığının farkına
varmadı. Her kapının önünden geçerken beynindeki ses ona hayır, hayır, hayır demişti.
Beşinci kapıdaki ismi okuyunca durdu. Odada birinin ağladığını duyabiliyordu.
Evet, işte kızı buldun.
Caine hiç tereddüt etmeden İçeri girdi.
Koca hastane yatağının örtüleri kırışıktı, ama sanki yatakta kimse yok gibiydi. Gözleri odanın
karanlığına alışınca Caine yastığın üstünde bir oyuncak bebeğin başını gördü. Sonra da bebek ona
doğru dönüp kocaman, yaşlı gözlerini kırpıştırdı.
Caine bağırmamak için kendini zor tuttu. Dilini ısırıp korkusunu yenmeye çalıştı. O anda da
gördüğünün bir bebek değil de küçük bir kız olduğunun farkına vardı. Koca yatağın içinde o kadar
küçük kalmıştı ki, çok yalnız görünüyordu.
"İyi misin?" diye sordu Caine ne diyeceğini bilemeyerek.
Kız konuşmadı, ama Caine kızın başını salladığını fark etti.
"Bir hemşire çağırayım mı?"
Kız başını hayır anlamında salladı.
"Peki ben kalayım mı seninle biraz?"
Küçük kız başını salladı.
"Peki." Caine küçük kızın yatağının yanına yavaşça bir iskemle çekip oturdu. "Adım David, ama
arkadaşlarım bana Caine der."
"Merhaba Caine." Küçük kızın sesinden halsiz olduğu anlaşılıyordu, ama sanki başka bir şey de
duyuluyordu; umut muydu duyduğu? Kim bilir belki de umuttu. Ya da başka bir şey miydi? Caine emin
değildi. Caine birden, birkaç saattir bu kadar korktuğu için kendinden çok utandı. Ne de olsa bir
yetişkindi; yataktaki kız ise daha bir çocuktu. Onun yaşında, bir hastanede tek başına olmak çok
korkutucu olmalıydı.
"Adın Elizabeth değil mi?
"Ha ha," derken kız burnunu çekti.
"Çok güzel bir adın var. Benim de küçük bir kızım olsaydı adını Elizabeth koyardım herhalde."
"Öyle mi?" diye sordu küçük kız burnunu silerken.
"Öyle," dedi Caine gülümseyerek. Sonra ona bir sır verecekmiş gibi kıza doğru eğilip göz kırptı.
Saklı Kütüphane 50 www.e-kitap.us
"Şimdi de senin, benim de güzel bir adım olduğunu söylemen gerek; gerçi benimki Elizabeth kadar
güzel değil ama."
Elizabeth kıkırdadı. "Senin adın da güzel."
"Öyle mi?" diye sordu Caine kızı taklit edip sesini incelterek.
Elizabeth yine güldü. "Öyle," derken gülümseyince birkaç dişinin eksik olduğu görülüyordu. Sonra
da, "sen diğerlerinden farklısın," dedi.
"Hangi diğerleri?"
"Diğer doktorlardan," dedi sanki bunu anlamamak için aptal olmak gerekiyormuş gibi. "Diğerleri
benimle hiç konuşmazlar. Bir tek 'ağzını aç, aaa de' derler."
"Haklısın doktorlar fazla konuşmazlar. Tüm gün boyunca hasta insanlarla uğraşıyorlar, onların da
işi zor aslında. Anlayışla karşılamak gerekir bence."
"Herhalde," dedi kız kendinden yaşça çok olgun birine yakışabilecek bir kadercilikle.
"Yoruluyorum da ondan."
"Evet," dedi Caine ve o da birden kendini çok yorgun hissetti. "Anlıyorum seni."
Kız daha dikkatli baktı Caine'e. Karanlıkta yüzünü seçebilmek için gözlerini kıstı. "Sen gerçekten
bir doktor musun Caine?"
Caine gülümsedi. "Eğer doktor değilsem beni daha az mı seveceksin?"
"Hayır. Daha çok seveceğim."
"O zaman," dedi Caine, "değilim."
"İyi. Çünkü ben doktorları çok sevmem de."
"Ben de," dedi Caine.
Caine bir süre bir şey demedi ve Elizabeth ağzını kocaman açarak esnedi.
"Herhalde bana git diyorsun artık. Uyku saatin de geçti." Caine ayağa kalktı; ama daha bir adım
atamadan Elizabeth elini uzatıp adamın koluna yapıştı. Caine kızın ne kadar güçlü olduğunu fark
edince şaşırdı.
"Lütfen hemen gitme. Biraz daha kal. Ben uyuyuncaya kadar kal."
"Peki," dedi Caine ve yerine oturdu yine. Kolunu tutan Elizabeth'in elini alıp diğer elinin yanına
koydu. "Horladığını duyuncaya kadar hiçbir yere gitmeyeceğim. Söz."
"Ben horlamam."
"Görelim bakalım," dedi Caine kızın örtülerini düzeltirken. "Şimdi gözlerini kapa ve uykunu
getirecek bir şeyler düşün."
Elizabeth ona söyleneni yaptı. Birkaç saniye sonra kız gözleri kapalı olduğu halde başını Caine'e
doğru çevirdi.
"Yarın akşam da beni görmeye gelecek misin?"
"O zamana kadar taburcu olmuş olurum Elizabeth."
"Belki rüyalarıma girersin. Olmaz mı?"
"Olur. Rüyalarda görüşmek üzere."
Birkaç dakika sonra Elizabeth'in nefes alış-verişi yavaşladı. Caine parmak uçlarına basarak
odadan çıktı. Bu kızın her nesi varsa iyileşeceğinden çok emindi Caine. Her şey bir şekilde yoluna
girecekti.

Jasper bloğun etrafında bir tur daha attı. Ses'in kendisine 'hadi' demesini bekliyordu. Daha önce
hiç silah kullanmamıştı ama bu onu endişelendirmiyordu. Resim çekmek gibiydi bu iş: Odakla ve bas.
Aralarındaki tek fark bir Nikon kamera, 9 milimetrelik bir Lorcin L gibi geri tepmezdi.
Saklı Kütüphane 51 www.e-kitap.us
Harlem'de, yasa dışı silahı aldığı yerde, birkaç tur antrenman atışı yapmayı düşünmüştü; ama
yalnızca iki şarjör mermisi vardı ve boşuna mermi harcamak istemiyordu. Ne kadar mermiye ihtiyacı
olacağını bilmiyordu, Ses bu konuda çok fazla ayrıntıya girmemişti. Ona 'git bir silah al sonra da şehir
merkezine dön' demişti. Jasper da aynen öyle yapmıştı. Neyse, artık olay yerinde alıştırma yapardı.
Jasper birini öldürmek zorunda kalıp kalmayacağını merak etti. Birini öldürmek istemiyordu; ama
eğer Ses ona öldürmesini söylerse öldürürdü. Ses onu yanlış yola sürüklemezdi. Bu imkânsızdı zaten,
çünkü Ses her şeyi, bilinebilecek her şeyi bilirdi.
Jasper bunun nedenini bilmese de emindi. Ses ona hiçbir zaman her şeyi bildiğini söylememişti;
ama bazen Ses onunla konuşurken zihninin bir yerinde Jasper onun gördüklerini görebiliyordu. Böyle
anlarda da Jasper, her şeyi görebiliyordu. David'e zarar vermek için komplo kuran kafa kafaya vermiş
herkesi görmüştü. Birileri onu para karşılığı satmaya hazırdı. Diğerleri onu denek olarak kullanmak
istiyorlardı. Birkaç kişi de ölmesini istiyordu.
İşte Jasper bu yüzden silah almak zorunda kalmıştı. Koruma için. David'e zarar vermeye
çalışanlara karşı onu korunmak için. Asla ikizine zarar vermelerine izin vermeyecekti. Asla-
Zamanı geldi.
Jasper boş kaldırımda, olduğu yerde dondu kaldı ve başını yana eğdi.
-Aynen bana dediğin gibi silahı aldım.
Hazır mısın?
-Evet
İyi. Sana şimdi yapacaklarını tek tek anlatacağım...
Jasper dinlerken sonsuzluğun bir parçasını görebilmek için gözlerini kapadı. Bunu yaptığı anda
da gülümsemeye başladı, çünkü gerçek amacını anlamıştı. Sonra Ses sustu. Jasper gözlerini
açtığında bu görüntüler bilincinde yalnızca birer gölge olarak iz bıraktı.
Gördüğü her şeyi hatırlamasa da kendini bulutların üzerindeymiş gibi hissediyordu; sanki içini
tarif edilemez bir mutluluk kaplamıştı. Elindeki silaha daha da sıkıca sarılarak, sokak boyunca hızla
ilerledi. Zamanında yetişebilmek için depar atması gerekecekti.
Caine, Elizabeth'in odasından çıkınca, o odaya girmesini teşvik eden şey her neyse, içgüdüleri
(Ses?) sustuğu için memnundu. Artık orada olmak için bir nedeni kalmayınca asansöre binmek için
koridor boyunca yürüdü. Zemin kata geldiğinde birden bir şey onu durdurmaya çalışıyormuş gibi
hissetti. Sanki biri kulağına fısıldıyordu.
Ana çıkıştan çıkma. Orada seni bekliyor. Acil servisten çık.
İçgüdülerini dinlemekten (Ses'i dinlemek demek daha doğru olacaktı belki de) çekinen Caine
koridorlarda dolanıp Acil Servis'i buldu. Bu televizyon dizilerindeki acil servisler gibi bir yer değildi.
Yakışıklı doktorlar 'hastaya acil müdahale gerekiyor' ya da 'hemen ameliyata alın' diye bağrışarak
koşuşturmuyorlardı koridorlarda. Mutsuz insanlar duvar diplerindeki oturma yerlerine dizilmişlerdi,
öksürüp, tıksırıp duruyorlardı, yaralardan kan ve cerahat akıyordu.
Çıkışı gören Caine oturanların arasından oraya doğru yöneldi. Kocasıyla tartışan hamile bir
kadının yanından geçti. Birden başı dönünce oda sanki gitti geldi gözünün önünde. Sanki bir şelalenin
arkasından bakıyordu acil servise. Caine durdu ve yanındaki sandalyenin arkasına tutunup, gözlerini
sıkıca kapadı. Kapı eşiğinde tartışan çifti duymamaya çalıştıysa da konuşmalarını duymazdan
gelemiyordu.
"Tek başıma kalamam. O salak trene binip gidiyorsun sabahtan akşama kadar. Ben de burada
kalıyorum, senden çok uzakta."
"Hayatım ama-"
"Bana 'hayatım ama' deme. Binbir türlü şey gelebilir başıma. Gel doktora soralım. Siz ne
dersiniz?" Bir an için sessizlik oldu. "Doktor bey? Doktor bey?'
Caine gözlerini açtığında artık başının dönmediğini hissedince rahatladı. Hamile kadın ona
Saklı Kütüphane 52 www.e-kitap.us
bakıyordu.
"Pardon?" dedi Caine aklı karışmış bir şekilde.
"Üç defa erken doğum kasılmaları yaşamış ve ilk bebeğini kaybetmiş bir kadının, eşi sürekli doğu
yakası boyunca gidip gelen bir trendeyken, evde tek başına kalması doğru mu sizce?
Caine hamile kadının kocasına baktı sanki soruya cevap vermesine yardım edebilirmiş gibi.
Adam sadece omuz silkti.
"Emin değilim," dedi Caine bir yandan akıllıca bir şeyler söyleyebilmek için aklını çalıştırmaya
çalışarak. "Yakınlarda oturan akrabalarınız var mı?"
Kadın hayır anlamında başını salladı. "Philadelphia'da bir kız kardeşim var sadece."
"Benim de kardeşim orada oturuyor. Dünya ne kadar küçük, değil mi?" dedi Caine sanki kendi
kendine konuşuyormuş gibi. Birden düşünmeden konuştu, "Neden gidip kardeşinizle kalmıyorsunuz?
Bebek gelene kadar demek istedim."
Bunu duyan kocanın yüzünde güller açtı sanki. "Evet, hayatım bence de bu harika bir fikir. İki ay
Nora'nın yanında kalırsın. Bebek doğunca da eve gelirsin. Herkes mutlu olur böylece."
Kadın birbirine kenetlediği şişmiş ellerine baktı. Sanki yalnız kalmaktan korkuyormuş gibi kendi
ellerini tutuyordu. Birden başını salladı. “Tamam, onu ararım."
Adam rahatlayarak iç geçirdi, eşini alnından öptü ve elini Caine'e doğru uzattı. "Çok teşekkür
ederiz doktor bey."
"Rica ederim," dedi Caine. Bu garip sohbet sona erdiği için çok memnundu. "İyi şanslar size."
"Sağ olun," derken adam hâlâ Caine'in elini sıkıyordu.
Adam karısına kapıya kadar eştik ederken, kadın hâlâ ona saat başı aramasını söylüyordu.
Kadın adama sürekli cep numarasını tekrarlatıyor, ezberlediğinden emin olmak istiyordu. Böylece
adamın aramamak için bir bahanesi olmamasını istiyordu.
Caine çiftin dışarı çıkmasını bekledi. Arkalarından giderse yine kendini bir aile kavgasının
ortasında bulacağından çekiniyordu. Genç çiftin gittiğine emin olunca da son yirmi adımı atarak
hastaneden çıktı. Çıkıştan dışarı adımını attığı anda buz gibi hava iliklerine işledi.
Soğuktan nefret etmesine rağmen, Caine kulaklarını uyuşturan, beyaz önlüğün içine işleyen
havanın tadını çıkardı. Kaçmıştı.
Her şey yoluna girecekti. Birden kaba bir çift el yakasına yapıştı ve Caine'i bir apartmanın
duvarına sertçe yasladı.
Caine başını duvara çarpmıştı. Omuriliği bile ağrıdı. Caine daha elini bile kaldıramadan, adam bir
kolunun altına kıstırdığı Caine'i yan taşıyarak yan sürükleyerek boş bir arsanın köşesine götürdü. Onu
orada yere attı. Sonra da Caine'in gırtlağına yapışıp yıkık dökük bir tuğla duvara doğru itti.
Caine karanlıkta adamın yüzünü göremese de şivesini duyunca kim olduğunu anladı.
"Bay Caine," diye gürledi Kozlov. "Ben de sizi arıyordum."