4
Caine tedirgin bir şekilde havayı kokladı. Hava serin ve sterildi; yani hafif bir alkol kokusu vardı.
Ellerinin altındaki kolalı çarşafı hissedince bir hastanede olduğunu anladı. Gözlerini yavaşça açtı,
dünyayı çarpık çurpuk göreceğinden korkuyordu. Ama her şeyi olduğu gibi görüyordu. Gerçi lenslerini
takmadığı için görüntü biraz bulanıktı. Elini kaldırıp şişmiş gözlerini ovuşturmak isteyince, elinin üstünde
bir katater olduğunu gördü. Elinin üstündeki iğneye bakarken sanki bu olayı daha önce yaşamış gibi
hissetti kendini; --sanki daha önce de bu yatakta uyanmış ve aynı şeyleri düşünmüştü.
Kaç saattir hastanede olduğunu merak etti.
"Sekiz saat oldu ufaklık. Arada bir kendine gelir gibi oldun, uykunda konuştun. Geçmiş olsun."
Birden irkilen Caine başını aniden sola çevirdi. Jasper ona el salladı. Caine bir an için nefesini
tuttu, "demek deli olsam böyle görünecektim" diye düşündü.
Jasper çok kötü görünüyordu. Beti benzi atmıştı ve sanki iri yarı bedenin üstüne gerilmişti derisi.
Jasper'ın çevresi morarmış yeşil gözlerindeki ışıltıyı görünce, David Caine kardeşinin, bu halinde bile, o
hastalıklı aklından olağanüstü zekilikte düşüncelerin geçtiğini anlayabiliyordu.
"Seni çıkar..." Caine ne diyeceğini bilemedi. "Yani burada olman çok iyi oldu. Çok iyi."
"Rahat konuş, söylemende bir sakınca yok," dedi Jasper olduğu yerde kıpırdanarak. "Beni akıl
hastanesinden çıkardıklarını bilmiyordun."
Caine bir an için utandı, sonra da başını salladı. Kardeşi sanki onun aklından geçenleri okuyordu,
bunu hep yapabilmişti.
"Ya," dedi Jasper, sesinden hem yorgun olduğu, hem de bu olayın onu güldürdüğü anlaşılıyordu.
"Mercy'deki aklı başındaki vatandaşlar beni salıverdiler Ocak'ta. Bir aydır dışarıdaydım."
"Niye aramadın?"
Jasper omuz silkti. "Bilmem. İlk önce bazı şeyleri yoluna koymak istedim. Bu arada, beni ziyarete
geldiğin için sağ ol."
Caine biranda irkildi. "Jasper ben-"
Jasper kardeşini susturmak için elini kaldırdı. "Tamam." Yeniden konuşmaya başlamadan önce
kardeşine arkasını dönüp, pencereden dışarı baktı bir süre. "Özür dilerim. Aslında seni anlıyorum. Ben
de kardeşimi öyle bir yerde ziyaret etmek istemezdim."
"Yine de seni görmeye gelmeliydim."
"Neyse," dedi Jasper dalga geçer gibi, "gelecek sefere gelirsin.
Bir anda iki kardeş de sustu, sonra da aynı anda gülmeye başladılar; ikiz oldukları için bu çok sık
olurdu. Gülmek onlara iyi geldi. Caine gülmeyeli, içten gülmeyeli uzun zaman olmuştu, hele kardeşi ile
gülmeyeli çok uzun bir zaman olmuştu. Jasper David'den yalnızca on dakika önce doğmuştu, ama
bunu ona hep hatırlatır ve 'ufaklık' diyerek ona kendisinin daha büyük olduğunu ima ederdi.
"Burada olduğumu nereden bildin?"
"Seni hastaneye yatırdıklarında pratisyenlerden biri bana cep telefonumdan ulaştı. Geldiğimde
hemşire bana nöbet geçirdiğini söyledi."
Saklı Kütüphane 22 www.e-kitap.us
Caine başını salladı.
"Ayrıca, bir yıldır nöbet geçirip durduğunu da anlattı. Benim bunları bildiğimi sanıyordu. Bu konuda
konuşalım, balım, dalım, halım,"
Caine korku dolu bir ifadeyle baktı Jasper'a; ama kardeşi sanki çok esaslı bir espri patlatmış gibi
kıkırdıyordu sadece. Akıl hastanesinde onu tedavi etmeye çalışmış olabilirlerdi, ama edemedikleri belli
oluyordu. Caine kardeşinin gözlerine bakınca başka bir şey daha gördü; kardeşinin gözleri delilikten
parlıyordu.
"Hemşire başka ne anlattı?" diye sordu Caine Jasper'ın garip davranışını görmezden gelmeye
çalışarak.
"Fazla bir şey söylemedi; ağır bir nöbet geçirmişsin. Rus ahbaplarının söylediklerine bakılırsa
cankurtaran seni gelip alana kadar yirmi dakika kadar baygın kalmışsın."
"Boku yedik," dedi Caine, bir yandan da bayıldığında Nikolaev'in nasıl bir tepki verdiğini
düşünüyordu. "Acil servisi mi aramak zorunda kalmışlar?"
"Ya," dedi Jasper. "Bu arada sormadan edemeyeceğim; sabahın ikisinde bir Rus yemek
kulübünde ne işin vardı?"
Caine hiçbir şeyi açık etmemek için omuz silkti. "Votkaları çok iyi."
"Bahse girerim ki öyledir. Yoksa sen bahse girersin mi demeliydim?" dedi Jasper kaşlarını
kaldırarak.
"Diyebilirsin diyelim."
"Ne kadar içeridesin?"
"Pek önemli değil, her şey yolunda," dedi Caine biraz çabuk cevap vererek.
"Eğer borcun söylediğin gibi pek önemli olmasaydı Vitaly Nikolaev'in hastaneyi ikide bir arayıp
durumunun nasıl olduğunu soracağını hiç sanmıyorum."
Caine'in biranda omuzları kasıldı. "Ciddi misin?"
"Ciddiyim, ufaklık. Eğer sana geçmiş olsun demek için votka yollamayı düşünmüyorsa, yatırımını
kolluyor gibime geliyor. Bir daha sorayım, ne kadar içeridesin?"
Caine gözlerini yumup son eli hatırlamaya çalıştı. Zihnindeki bulutlar dağılmaya başlayıp da
hatırlayınca inledi. "Bir bir sıfır sıfır vesaire," dedi gözlerini açmadan.
"Bir bir mi? Yani 1,100 dolar, eh fena değil. Belki benim CD çalıcıyı satsak-"
"Hayır."
"David yapma yardım edebilirim."
"Edebilirsin de, borcum 1,100 dolar değil."
"Ne kadar?" Caine kardeşinin dertli yüzüne baktı sadece. "Oha," dedi Jasper gerçek miktarı
anlayınca. "11,000 dolar mı borcun var?"
"Evet."
"Salak mısın David? Nasıl bu kadar para kaybedebildin?"
"Kaybetmemeliydim. Olasılıklar benden yanaydı, kesindi kazanacağım."
"O kadar da kesin değilmiş işte."
"Bana baksana Jasper, zaten derdim başımdan aşkın, bir de sen başlama. Tamam bir halt ettik.
Saklı Kütüphane 23 www.e-kitap.us
İtiraf ediyorum, mutlu oldun mu? Yanlış hatırlamıyorsam sen de birkaç defa faka bastın bu hayatta."
Jasper iç geçirip fosforlu turuncu hastane koltuklarından birine oturdu. "Ne vardı elinde?" diye
sordu Jasper, tavrından Caine'i sakinleştirmeye çalıştığı belli oluyordu.
"Kare."
"Küçük mü?"
"Hayır. As."
Jasper hayrete düştü. "Elinde kare as varken kaybettin öyle mi? Oha," dedi Jasper kare asın
üstüne el çıkaran adama saygı duyarmış gibi bir edayla. "Herifin elinde ne vardı?"
"Floşroyal çıkarttı."
"Haydi be," dedi Jasper başını sallayarak. "Bu parayı ne kadar zamanda geri ödemek
zorundasın?"
"Vitaly'yi tanıyorsam ilk taksidi yarına isteyecektir. Ama ben eski bir dost sayılırım, belki hafta
sonuna kadar bekler. Ondan sonra da gorillerinden birini yollayıp beni hastanelik eder; ama bu sefer
birkaç saatte kendime gelemem."
"Hemşirenin dediklerine bakılırsa zaten Vitaly olmadan da hastaneyi mekân edinmişsin."
"Ya. Durum kısaca şöyle, eğer Nikolaev beni öldürmezse, eninde sonunda bu nöbetlerden dolayı
gebereceğim."
"Yapma ufaklık," dedi Jasper ne kadar üzgün olduğunu belli etmemeye çalışarak. "Son
konuştuğumuzda sapasağlamdın ve 45 ayrıca bir süredir... bir yıldır hiç kumar oynamamıştın. Nasıl
oldu da bu hale geldin?"
Caine buna nasıl cevap vereceğini bilemedi. Durumu tüm gerçekliğiyle kavramaya başlamıştı. Son
bir yıldır başına gelmedik kalmamıştı. İlk nöbetini geçirdiğinden bu yana bir yıl geçmiş miydi cidden?
Birden sınıfın önünde ilk nöbetini geçirdiğinden bu yana bir buçuk yıl geçtiğini hatırladı. Midesi bulandı.
Aslında hayat garipti; sanki bir insanın hayatının içine etmesi için bundan daha uzun bir zaman
geçmesi gerekirdi.
Bu konuda da yanılmıştı.

İstatistik Bölümü'ndeki diğer meslektaşlarının aksine Caine ders vermeyi çok seviyordu. Sınıfa ilk
girdiğinde öğrencilerini meraklandıracak ve heyecanlandıracak şekilde ders verebildiğini, istatistiğe
duyduğu tutkuyu onlara da yansıtabildiğini fark etmişti.
Aslında bu büyük bir oyunu kazanmak kadar heyecan verici değildi, ama yine de öğrencileri
düşündürmek, olasılıklar dünyasının kapılarını onlara açmak onu çok heyecanlandırıyordu. İşin komik
yanı şehirdeki birçok bodrumda parasını kaybedip de birikimleri suyu çekince ders vermeye başlamıştı.
Başka bir seçeneği yoktu, paraya ihtiyacı vardı. Columbia Üniversitesi'nde doktorasının dördüncü
yılındaydı ve böyle biri ancak Olasılık Kuramına Giriş dersi vermek gibi bir iş bulabilirdi.
Parası bitmişti, borç alabileceği biri veya rehin bırakabileceği hiçbir şey de kalmamıştı; o yüzden
de ilk maaşını almadan poker oynamaya devam edemezdi. Ama ilk maaşını aldığında Caine birden
artık kumar oynamak istemediğini fark etti. O gece rüyasında kartları hayal edeceği yerde, bir sonraki
günkü dersin hayalini kurdu.
İşte o zaman işler yoluna girmeye başladı. Gerçi hâlâ her sabah ancak gerçek bir kumar
Saklı Kütüphane 24 www.e-kitap.us
bağımlısının anlayabileceği bir açlık ve istekle uyanıyordu, ama bu duyguları bastırıyor ve bu tutkusunu
akademik çalışmalarına yöneltmeye çalışıyordu. Ders vermek ona güç kazandırmıştı. Kumar
alışkanlığından vazgeçmek için gittiği terapi gruplarından hiçbirinde hissetmediği bir şeyi hissediyordu
ders verirken; kontrol kendisindeydi.
Sonraki birkaç ay çok iyi geçti, huzurluydu, bağımlılığıyla gerçekten başa çıkabildiğini görüyordu.
Bir an için Caine bile işlerin yolunda gittiğine inanmaya başlamıştı; işte tam o anda da her şey bir anda
dağılıverdi. Hayatının tepetaklak olmaya başladığı o anı daha dün gibi hatırlayabiliyordu. Hayatını yola
koyabileceğini düşündüğü, ona iyileşme gücünü veren yerde olmuştu bunlar; Sınıfta. Sırtını tahtaya
yaslamıştı, elinde tebeşir vardı, diğer elinde de içinde kahve olan bir plastik bardak tutuyordu. Tarih
anlatıyordu, önceden hazırlanmamıştı, doğaçlama konuşuyordu.
"Evet...olasılık teorisinin nasıl doğduğunu bilen var mı?"
Sınıf sessizdi.
"Peki, size birkaç seçenek sunayım. Olasılık kuramı iki Fransız matematikçinin birbirlerine
yazdıkları mektupların sonucunda ortaya kondu. Sizce hangi konuda yazışıyorlardı: a) fizik, b) felsefe
veya c) zarlar.
Cevap veren olmadı. "Eğer beş saniye içinde biri bir cevap vermezse bu soruyu sınavda da
soracağım haberiniz olsun." Bir anda yirmi öğrenci el kaldırdı. "İşte bakın bu iyi oldu. Jerri sen bir
tahminde bulun bakalım."
"Fizik mi?"
"Hayır. Doğru cevap c'ydi, yani zarlar."
"Olasılık ilkelerini ortaya koyan Blaise Pascal 1623'de doğdu. O zamanlarda zengin ailelerin
çocukları evde eğitim görürlerdi, bu yüzden de Pascal'ı da hem babası, hem de özel öğretmenleri
eğitmişti. Ama Blaise'in babası onu çok çalıştırmak niyetinde değildi, asil oğlunun yorulması işine
gelmezdi; bu yüzden de ona dillere odaklanmasını ve matematiği fazla önemsememesini söyledi."
"Her normal çocuk gibi, matematik konusunda kendisine böyle bir kısıtlama getirilince, Pascal bu
konuya ilgi duymaya başladı. Boş zamanlarında geometri çalıştı." Birkaç öğrenci gözlerini devirince
Caine ekledi, "O zamanlar Xbox ve PS2 gibi aletler yoktu, çocukların eğlence anlayışları farklıydı."
Öğrencilerden birkaçı güldü.
"Babası Blaise'in matematik yeteneği olduğunu fark edince de, ona Öklid'in 'Elementler' başlıklı
eserini hediye etti. Yine bir hatırlatma yapma ihtiyacı duyuyorum, unutmayın ki o zamanlar televizyon
diye bir aygıt da yoktu, yani insanlar kitap denen şeyleri okumak zorundaydılar." Birkaç öğrenci
kıkırdadı. "Neyse, Blasie'in babası oğlunun Öklid'i tamamen kavrayıp hatmettiğini görünce en iyi
matematik öğretmenlerini tuttu. Bu da hayatında yaptığı en akıllıca şeydi, çünkü Pascal onyedinci
yüzyıldaki en önemli matematikçilerden biri oldu."
"Hatta bu odadaki herkesin hayatını etkileyen bir buluşu bile var. Bunun ne olduğunu bilen var
mı?"
"Abaküs mü?" diye sordu saçı uzun aklı kısa güzellik abidelerinden biri.
"Galiba Fransızları eski Çin uygarlıklarıyla karıştırdınız genç hanım," dedi Caine. "Ama yine de
doğru yoldasınız. İlk aritmetik makinesini icat etti. Bu da günümüzde hesap makinesi dediğimiz aygıtın
ilk prototipidir. Pascal çok uzun yıllar boyunca matematik ve fizik okuduysa da ölümünden birkaç yıl
önce sayılara karşı tutkusunu bir kenara bıraktı; çünkü matematiksel olarak, dine ve felsefeye
odaklanarak zamanını daha verimli bir şekilde kullanabileceğini kanıtlamıştı."
"Bunu nasıl becerdi," diye sordu arka sıralarda oturan sakallı bir öğrenci.
Saklı Kütüphane 25 www.e-kitap.us
"İyi soru. Birazdan buna geleceğim. Şimdi, ne anlatıyordum? Tamam," Caine kahvesini yudumladı
ve devam etti, "Pascal'ın hâlâ matematik ile ilgilendiği dönemde, 1654'de, Chevalier de Mere adında bir
Fransız asilzade ona birkaç soru sordu. Bu sorulara ilişkin matematiksel veriler çok ilginçti ve Pascal
babasının eski dostu olan bir devlet büyüğüyle, Pierre de Fermat ile yazışmaya başladı.
"De Mere aynı zamanda bir kumarbazdı ve o zamanlar popüler olan bir zar oyunu hakkında soru
soruyordu. Oyunda dört zar kullanılıyordu. Her seferinde oyuncu dört zar atıyordu. Dört zardan hiçbiri
altı gelmezse oyuncu para kazanıyordu, zarlardan bir tanesi bile altı gelirse parayı kasa alıyordu. De
Mere böyle bir oyunda kasanın avantajlı durumda olup olmadığını bilmek istiyordu. Yani olasılıklar
kasadan yana mıydı?
"Eğer bu sınıfta bir tek şey dahi öğrenseniz, bu bile size faydadır: O da şudur," Caine tahtaya gitti
ve koca harflerle yazdı.
Olasılıklar HER ZAMAN kasadan yanadır.
Birkaç öğrenci bu espriye güldü. "Peki neden? Bunu bana anlatabilecek öğrencim var mı? Jim."
Caine'in en sevdiği öğrenci oturduğu yerde doğruldu. "Çünkü, eğer olasılıklar kasadan yana
olmasa o zaman kasa para kaybederdi ve sonunda kasa kalmazdı."
"Aynen öyle," dedi Caine. "Bana kalırsa olasılık teorisi ortaya atılmadan bile, de Mere'in bunu
anlamış olması gerekiyordu; ama Fransız asilzadeler o kadar akıllı olsalardı kellelerinin vurulmasına da
izin vermezlerdi."
"Her neyse, Pascal ve Fermat gerçekten de - 'cidden öylemiymiş' gibi nidalarla - olasılıkların hep
kasadan yana olduğunu kanıtladılar. Oyuncunun yüz oyun oynadığını varsaydılar - 100 atışın 48'inde
altı gelmeme olasılığı yüksekken, 52'sinde altı gelme olasılığı daha yüksekti. Böylece olasılıklar
kasadan yanaydı: 52'ye 48. İşte olasılık teorisi de böyle doğdu. Fransız bir asilzade dört zarla altı
atmamaya çalışmanın akıllıca bir kumar olup olmadığını bilmek istediği için."
Birkaç öğrenci başını salladı. Caine bunun öğrencilerin söylediklerini ilginç buldukları anlamına
geldiğini biliyordu. Arka sırada oturan Afrika kökenli Amerikalı bir öğrenci elini kaldırdı. "Evet Michael?"
dedi Caine.
"Pascal hayatını dine adaması gerektiğini nasıl kanıtladı ki?"
"Az daha unutuyordum," dedi Caine. "Bunu yapmak için daha sonra 'beklenen değer' adıyla
anılacak bir teori kullandı. Özünde işlem şu: Birkaç olay olasılığının ürünlerinin toplamını, her bir olay
gerçekleşse elinize geçecekleri de ekleyerek topluyorsunuz."
Caine'e boş gözlerle bakıyordu öğrenciler. "Peki, anlaşıldı, daha doğrusu anlaşılmadı. Neyse,
gerçek hayattan bir şeyle örnekleyelim: Piyango. Bu haftaki piyangoda ne kadar para birikmiş? Bilen
var mı bu hafta Powerball ne kadar veriyor?"
"10 milyon dolar," dedi arka sıralardaki atletik yapılı bir öğrenci.
"Peki, vergi diye bir şeyin olmadığı hayali bir ülkede yaşadığımızı varsayalım. Şunu da biliyoruz ki
Powerball'ı kazanma olasılığı 120 milyonda 1. Çünkü sayısal kombinasyonların toplamı bu. Bir loto
bileti alarak ne kazanmayı beklediğimi hesaplamak için yapacağım işlem kısaca şöyle oluyor; Kazanma
olasılığını kazanacağım miktar ile çarpacağım, sonra da buna kaybetme olasılığımı sıfırla çarpıp
ekleyeceğim; sıfırla çarpmamın nedeni de kaybedersek bir şey kazanamayacak olmamız."
Beklenen Değer. (piyango bileti) = (kazanma) olasılığı * toplam para +
(kaybetme) olasılığı * (0$) [1/120.000.000.000}* ($10,000,000)+
(119,999,999/120,000,000)* ($0) = (0.00000083%) * ($10,000,0000) +
(99.99999917%) * ($0) =$0.083 + $0.000 =$0.083
Saklı Kütüphane 26 www.e-kitap.us
"Yani bu hafta bir Powerball bileti alsanız ancak 8.3 sent kazanmayı bekleyebilirsiniz. Ama bilet bir
dolar ve görüldüğü gibi aslen değeri 8.3 sent Olasılık kuramına göre piyango bileti almak o zaman
mantıklı değil, çünkü ödenen bedel beklenen değerden daha düşük."
"Yani, siz 1 dolar ödeyip de 10 milyon dolar kazanma şansınız olduğunu düşünerek buna
değeceğini düşünseniz de, bu doğru değil; çünkü aslında biletin değeri 10 sent bile değil." Caine
kahvesini yudumladı ve öğrencilerin bu bilgiyi sindirmesini bekledi. Herkesin bu açıklamayı
anladığından emin olduğunda soru sordu. "O zaman ne zaman piyango bileti almak akıl karı bir iş
oturdu? Madison cevap verebilecek misin?"
Hoş sarışın oturduğu yerde doğruldu. "Herhalde toplam ikramiye 120 milyonu geçtiğinde."
"Doğru. Peki neden?"
"Çünkü, büyük ikramiye diyelim ki 125 milyon dolar ve kazanma şansı 120 milyonda bir, o zaman
her bir biletin beklenen değeri -" Madison durdu ve önündeki hesap makinesinde bir işlem yaptı, "1.04
dolar olurdu, o da biletin bedeli olan bir dolardan fazla."
"Aynen öyle," dedi Caine. "Beklenen değer teorisiyle olayı incelediğimizde, ancak değer bedelden
yüksekse o zaman bu risk göze alınmalıdır. Bu yüzden de ancak 120 milyon dolardan fazlasını
kazanabileceğiniz bir durumda piyango bileti almak gerekir."
"Peki ama, bunun Pascal'ın hayatını dine adaması ile ne ilgisi var?" diye sordu yine Michael.
"Pascal beklenen değer teorisini kullanarak hayatını dine adaması gerektiğini kanıtladı. Her
matematikçi gibi o da, bu soruyu bir formüle indirgedi."
Hangisi daha büyüktür?
a) Beklenen değer (hedonizm yani fiziksel yaşamdan zevk alma)
Ya da
b) Beklenen değer (dini hayat)
Varsayım...
a) Olasılık (ölümden sonra hayat yok) * (hedonizmden alınacak zevk) +
Olasılık (ölümden sonra hayat var) * (sonsuza dek lanetlenmek) Ve
b) Olasılık (ölümden sonra hayat yok) * (dinden alınacak zevk)
Olasılık (ölümden sonra hayat var)* (sonsuz mutluluk)
Pascal'ın mantığı çok basitti: Eğer (a) (b)'den büyükse o zaman hedonizme devam edecekti, ama
eğer (a) (b)'den küçükse o zaman dindar olmalıydı."
"Ama değişkenlerin değerlerini bilmeden bu denklemi nasıl çözdü?" diye sordu Michael.
"Birkaç varsayımda bulundu, örneğin, sonsuz mutluluğun değeri pozitif sonsuzdu ve sonsuza dek
lanetlenmenin değeri negatif sonsuzdu."
Sonsuz mutluluk = +00
Sonsuza dek lanetlenmek =-00
"Eğer bir denklemde sonsuzu kullanırsanız bu diğer her şeyi etkiler, çünkü çok büyük bir sayıdır,
böylece (a) hedonizmin beklenen değeri negatif sonsuz ve (b) dini hayatın beklenen değeri pozitif
sonsuz."
(a) hedonizm =-00 ve (b) din = +00
Saklı Kütüphane 27 www.e-kitap.us
o zaman
{a)< (b) böylece...
(b) bek. değer (hedonizm) < bek. değer (dini hayat)
"Anladınız mı? Ölümden sonra insanın ruhunun yaşamasının veya her hangi bir şekilde bir hayat
olmasının olasılığı ne kadar az olursa olsun, Pascal'ın dine bağlı bir hayat yaşamasından beklediği
getiri, yine de dünyevi zevklerle hedonistik bir yaşam sürüp de sonsuza dek lanetlenmeyi göze alacağı
bir durumun getirisinden daha büyüktür."
"Pascal bunu anladığı anda da hayatının geri kalanını dine adaması gerektiği açıktı."
"Peki, siz de dindar bir hayat tarzını mı benimsiyorsunuz?" diye sordu Michael sınıfı güldürerek.
"Aslında," dedi Caine gülümseyerek, "hayır."
"Neden?"
"İki nedeni var. Birincisi bana kalırsa dünyevi zevkleri tadarak yaşanacak bir hayat insana pozitif
sonsuzluk getirir, ama dini bir hayat negatif sonsuzluktur." Birkaç öğrenci bunu alkışladı. Caine elini
kaldırdı. "İkincisi, piyangoyu neden oynuyorsam dünyevi zevkleri de aynı nedenle seviyorum: Bazen
insan 'istatistiklerin canı cehenneme' demeli ve içinden geleni yapmalı."
Herkes güldü, hatta birkaç öğrenci ıslık bile çaldı. Caine tam sınıfı bırakmak üzereydi ki elindeki
tebeşire baktı. O anda fark etti tebeşirin büyümeye başladığını.
Elinin içinde büyüdü büyüdü ve tahta bir asa gibi uzadı. Ucuna dokunmak için parmaklarını
uzatınca birden eli de büyüdü. Parmakları artık dört dolgun uzantıydı. Bir an için hareket edemedi.
Tebeşirin kendisine doğru eğildiğini sandığı anda yere fırlattı ve binbir parçaya ayrılan tebeşirin
parçaları canlı solucanlar gibi kıvranmaya başladı.
Nefes almakta zorluk çekiyordu. Kendine gelebilmek için tahtaya baktı ama bu durumu daha da
kötüleştirdi: Tahta, üstüne üstüne geliyordu. Yazdığı denklemler kurdeleler gibi uçuşuyordu.
Öğrencilerine döndü ve canlı bir şeye bakarak kendine gelebileceğini düşündü. Çok yanılmıştı. Üç
öğrencisi ellerini kaldırmıştı ve kolları dev palmiyeler gibi bedenlerinin üstünde rüzgârda savruluyordu.
O anda kokuyu aldı. Pis ve ekşi bir koku. Beynini sulandırdı, çürüyen, bozulmuş etler. Neler
olduğunu anlamaya çalıştı, ama artık çok geçti. Biri göğsüne yumruk atmış gibi hissediyordu kendini,
ciğerlerinde hava kalmamıştı sanki. Çöp kutusuna zar zor yetişti ve kusup bayıldı. Düşerken de başını
masaya çarpmıştı.
Öğrencilerinden biri, bir hastanenin nevroloji bölümünde de çalışıyordu, o yüzden de, iki ay önce
trende bayıldığında olduğu gibi, uyandığında kendini cüzdanı ağzına sıkıştırılmış bir şekilde
bulmadı. En azından bu şekilde aşağılanmamıştı. Ama o zamanlar buna şükretmesi gerektiğinin
farkına varmamıştı. Bir tek şeyden çok emindi: Yeni hayatı gözlerinin önünde yok olmuştu.

Ancak üç hafta sonra sınıfa dönebilecek cesareti toparlayabildi. Bu deneyim felaketle sonuçlandı.
Ona beklentiyle bakan öğrencilerini gördüğünde aklına ilk gelen şey rüzgârda savrulan dev ellerdi.
Konuşmak için ağzını açtığında hiçbir ses çıkmadı. Caine derin bir nefes aldı ve burun delikleri
büyüyünce o korkunç kokuyu anımsadı.
"İyi misiniz hocam?"
Caine ilk sırada oturan öğrencilerden birinin sorusunu duydu, ama cevap veremiyordu. Cevap
vermek yerine sınıfın arkasına doğru koşarak merdivenleri çıktı ve ağır çelik kapılardan zar zor dışarı
Saklı Kütüphane 28 www.e-kitap.us
attı kendini. Sınıftan çıktığında kalbi yavaşladı. Serin havayı soluyunca artık kokuyu duymadığını
anlayıp rahatladı.
Bundan sonra bir kere daha ders vermeyi denedi, ama yine başarılı olmadı. Bu sefer sınıfa adım
atar atmaz panik atak yaşadı. Kürsüye vardığında nefes bile alamıyordu sanki. O kadar terlemişti ki
oluk oluk terler gözlerine giriyordu. İlk nöbetinde olduğu gibi çöp tenekesine zar zor yetişti ve o sabah,
daha bir saat önce yediği buritoyu kustu.
Çöp tenekesinde yüzen yemek artıklarına, yumurta ve salsa karışımına baktığında bu işin bittiğini
anladı. Bir daha asla ders vermeyecekti. Ayağa kalktı, ağzını sildi, sınıftan çıkarken bir daha buraya
dönmeyeceğini biliyordu.
İlk başlarda bunun iyi bir şey olduğuna ikna etmeye çalıştı kendini. Haftada üç gün ders
vermektense doktora tezine odaklanabilirdi. Mantıksal Regresyon Analizinde İstatistiki Olarak Belirgin
Etmenlerin Etkisi hakkındaydı tezi.
İlk bir ay boyunca kendini haklı çıkardı. Her sabah kalktığında hissettiği o isteği (Hadi ama gidip
POKER oynamak istemez misin?) ve sinirsel enerjisini doktora tezinde ilerlemek için kullandı.
Columbia'daki kütüphaneye gidip, kitapların arasına gömülüp, dizüstü bilgisayarının başından
ayrılmayıp birtakım doğal olguların dağılım eğrilerini çiziyordu ve her akşam yorgunluktan baygın düşüyordu.
Sonra bir daha nöbet geçirdi, bu öncekinden de kötüydü. Bir gün bilgisayarına bakarken kokuyu
duydu, bu koku onu sarmaladı. Sanki koku bilgisayardan geliyordu. Ekran gözlerinin önünde büyüdü,
dev, dişsiz bir ağız gibiydi.
Caine geriye çekilmeye çalıştıysa da kıpırdayamadı. Sonra birden dünyası karardı. Buz gibi
çimento zeminin üstündeydi ayıldığında. Yana dönüp ağzındaki kan ve kırılmış dişinin bir parçasını
tükürdü. Üzerinden kamyon geçmiş gibi görünen bilgisayar ayaklarının dibinde, yerdeydi. Ekranı
çatlamıştı, klavyeye klavye demek için bin şahit isterdi.
Zihni bulanıktı ama 2,500 dolarlık Sony Viao'sunu görünce yumruğunu sıktı. Artık bilgisayar
modern bir sanat eseri olabilir, ya da kâğıtların uçuşmaması için ağırlık olarak kullanılabilirdi ancak. Bir
parça plastik elini kesince tuşlardan birinin elinde olduğunu fark etti. Yumruğunu açınca elinde B tuşunu
gördü.
Sanki onunla dalga geçiliyordu. A- Bitti- Sen de bittin oğlum. Artık yenilgiyi kabul et. Gözün karardı,
bilgisayarını parçaladın. Bunu hatırlamıyorsun bile. Şimdi de yerde yatmış ağzındaki kanı ve dişleri
tükürüyorsun. Artık anla. İşin bitti senin. B- başarısız, bitti demek, işin bitti.
Ne zannettin? Kurtulabileceğini mi düşündün? Sende deli genler var evlat ikizinde var ve
kaçınılamaz sürpriz!!!! Sende de var. Haydi bakalım, buna ne diyorsun?
Caine elindeki tuşu duvara fırlattı, duvarda, tuşun çarptığı yerde kan lekesi vardı. İşte o anda bu
küçük sorunun kendiliğinden yok olmayacağını kabul etmek zorunda kaldı. Gelecek sabah Columbia
Nevroloji Enstitüsü'ndeki nörologlardan birinden randevu aldı. Üç gün taramalar yapıldı. Cat scan, PET
scan ve MRI çekildikten sonra Hint asıllı, tabak suratlı bir doktor gelip kötü haberi verdi.